Siyasi İktidar ve Sermaye Kıskacında Yükseköğretim

Çeşitli insan etkinlikleri ve üretim alanları gibi, bilgi üretiminin ve dağıtımının sağlandığı bir alan olarak kurumsallaşan yükseköğretim organizasyonları, insanlık tarihinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkar. Bugün, Avrupa emperyalizminin ve dünya genelinde özünde tek biçimde süregelen kapitalist üretim ilişkilerinin bir nedeni olarak, bu kurumların çoğunluğu bugün üniversite olarak adlandırdığımız bir forma sahiptir.


Bu araştırma ve öğrenim kurumlarının nasıl ve ne için işlediği, parçası olduğu toplumsal ilişkilere bağlı olarak kendini gösterir. Döneminin ideolojik ve üretim ilişkilerine bağlı olarak, insanların bilinçlerini şekillendiren bir araç olması da işlevlerinden bir diğerini oluşturur. Dolayısıyla, üniversitelerin kendi içinde bilimsel bilgiyi üreten yerler olması (ya da olması gerektiği) tek başına yeterli bir tanım (argüman) oluşturmaz. Üstelik eğitimin, bireylerin bilinçlerini şekillendirebilecek bir araç olmasıyla beraber, hem siyasal/kültürel hem de üretim ilişkilerine özgün gerçekliğin içselleştirilmesi ve kabul edilmesi için önemli bir araç teşkil eder. İlk, orta ve lise okullarında halihazırda aktarılan siyasal/kültürel bilinç, yükseköğretim kurumları içerisinde bir derecede devam etse de, bir iş bölümünde uzmanlaşma merkezi olarak işletilen bu kurumlar, üretim ilişkilerinin bireyin bilincinde derinleşmesini sağlar.


Elbette siyasal iktidar kendi hegemonyasını sağlayacak ideolojik düzlemde üniversitelerin işleyişini belirler. Dönemin yönetici sınıfı, iktidarın büründüğü ideolojiyi bireylerin gerçekliklerinde sürekli olarak empoze etmesi aracı olmasıyla beraber araştırmaların ve aktarılan bilginin içeriğini ve sınırlarını çizer. Nitekim 20. yüzyıl dünyanın her bölgesindeki siyasal iktidarların, özellikle soğuk savaş bağlamında yükselen militarist yükselişin altında araştırma çıktılarının ne yönde ve ne amaçla gelişeceğini belirlediği ve kendi meşruiyetini sağlayacağı biçimde işlettiği bir dönem olmuştur.
Fakat, bu kurumlar içerisinde bunun zıttı yönelimle araştırma olmadığı anlamına gelmez; sistemin varsaydığı gerçeklik bireylerin doğrudan deneyimlediği gerçeklikle çelişir. Bu nedenledir ki ne siyasal iktidar ne de sermaye ilişkileri tam anlamıyla insan etkinliklerini içeremezler.
Diğer yanıyla da, kar elde etme hırsıyla yönlenen bir meta üreticileri toplumu içerisinde, bilgi üretiminin de bir meta olduğunu, yani toplumun özgün ihtiyaçları, bireylerin yaratıcı arayışlarının bir yana atılıp, alınıp-satılan bir nesne olarak üretildiğini görüyoruz bilginin. Bilgi üretimi yalnızca araştırma kaygısı değil, satış, pazarlama kaygısı güdüyor. Bu da araştırma sürecinin niteliğinden çok niceliğine önem verilmesi ve sermaye sahiplerine kur yapma zorunluluğu anlamına geliyor.
Sözgelimi son çeyrek yüzyılda araştırma ürünlerinin sayısında yükselme olsa da, bu araştırmaların özgünlüğünün sınırlandığını, bilimsel tartışmalar içerisinde etkisi olan çalışmaların oranının büyük miktarda azaldığını görülebilir. Üstelik akademik kurumların ve araştırmacıların başarı ölçütü de bu nicelik üzerinden okunuyor; daha fazla makale daha fazla “başarı.” Bu, kapitalist üretimin sınırsız tüketilebilir nesne (meta) üretimi eğiliminin bir sonucu olarak okunabilir. Sermaye sahiplerine olan zorunlu yakınlaşma ise, çalışmaların özgünlüğünü, yaratıcılığını parçalıyor.


Politik alan ekonomik alandan bütünüyle ayrılamaz. Diğer bir deyişle, siyasal iktidar ve üretim ilişkileri birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Günümüz için bu şöyle de söylenebilir: devletin temelini aldığı temel parametreler (tahakküm, halkın yönetimden kopartılması, hiyerarşi) kapitalizmin işleyişini etkilerken, kapitalizmin temel parametreleri (tahakküm, üreticilerin kullandığı araçlardan kopartılması, hiyerarşi, sermaye birikimi) devleti etkiler. Devlet, sermaye birikiminin sağlanacağı müdahaleler yaparken ve iktidarını sağladığı gerçekliği yeniden-üretmeye çalışırken; sermaye ve sermaye sahipleri de devletin tutumunu belirler.
Yüksek öğrenim kurumlarında siyasal iktidarın sağladığı kaynak, dolayısıyla onun etki gücü, azaldığı günümüz dünyasında, sermaye ilişkilerinin etki gücünü apaçık görüyoruz. Kaynak bulma arayışıyla daha fazla şirketlere, sermayedarlara yönelen araştırmacılar, sermayenin birikimine
yönelik gereken araştırmalara yönelmek zorunda kalır. Türkiye’de bu, iktidarın özgün despotik biçimi nedeniyle, iki yüzlü ilerleyen bir süreç olageldi; bir yandan bilimsel üretime ayrılan kaynaklar azaltılırken, ya da yalnızca militarist alana sınırlanırken, aynı zamanda üniversitelerin yönetimi, verilen eğitimin içeriği de siyasal iktidarın tutumuna göre şekilleniyor. Aynı zamanda, kaynak arayışıyla şirketlere yönelen araştırmacılar, kendi araştırmalarını, her ne kadar özgün arayışlarını korumaya çalışarak bunu yapmaya çalışsa da, sermayenin belirleniminden kurtulamıyor.
Böylelikle iki yönden hapsolmuş bir araştırma ve eğitim süreciyle karşılaşıyoruz. Ancak üniversiteler her ne kadar siyasal iktidardan özerkleşse bile, ki yükseköğretim kurumlarının tarihi bu örnekleri taşır (örneğin Orta Çağ Avrupası’nda kilisenin etkisinden özerkleşen üniversiteler), sermayenin etkisinden özerkleşmediği oranda, bilimsel bilgi yine bir yönetici sınıfın çıkarları için üretilecektir. Bugün özelinde, bilimsel bilgi üretim ilişkilerini etkileyebilmesinden dolayı (yeni emek alanlarının ve teknolojik ilerlemenin sağlanması vb.), sermayedarlar kâr elde etme hırsıyla bunu önemli bir araç olarak görürler. Dahası, araç olmaktan öte, bilgi bir meta olarak üretilip satılan bir nesne haline gelir. Şirketlerin bünyesinde kurulan AR-GE çalışmalarına yapılan yatırımlar, bilgi üretiminin tamamiyle alınıp satılabilecek yeni metaların önünü açmasına ve daha hızlı, daha fazla meta üretiminin sağlanmasına yönelik olmasının yanı sıra, üretilen bilginin patent üzerinden sermayedarların veya üniversite kurumunun özel mülkiyetine alınması, ve finans piyasasında alınıp satılmasına da ön ayak olur.

Yazar