İklim değişikliği uzun yıllar boyunca sistemin kendini yeniden üretmek için başvurduğu en steril kavramlardan biri oldu. Gezegen yanarken dahi “yeşil büyüme”den söz edildi. Felaketler bile sermaye için yeni fırsat alanlarına çevrildi. Her kriz bir kalkınma masalına yedirildi. Çokça kez “Hepimiz aynı gemideyiz” denildi ama o gemide kimin güvertede güneşlendiği, kimin ambarın karanlığında boğulduğu görmezden gelindi. Selin, kuraklığın, sıcak hava dalgalarının, orman yangınlarının hangi sınıfları nasıl vurduğu sistematik olarak yok sayıldı.
3 Temmuz 2025’te, yani yangınların tam ortasında hak savunucularının ve yurttaşların tüm eleştirilerine rağmen Türkiye’de ilk kez bir İklim Kanunu çıkarıldı. Görünüşte umut verici sanılabilir. Sera gazı azaltım hedefi koyuyor, Paris Anlaşması’nı sahipleniyor, yeşil dönüşümden ve Avrupa Yeşil Mutabakatına uyumdan söz ediyor. Fakat tam da bu yüzden sorunlu. Çünkü mesele ne yalnızca karbon emisyonlarını azaltmak ne de AB’ye ihracat yapabilme becerisidir. Çok daha temelde ne tür bir toplumsal düzen içinde yaşayacağımız, kaynakların, hakların ve yüklerin kimler arasında nasıl bölüşüleceği ve bu yasaların gerçekten kimin çıkarını gözettiğiyle ilgilidir mesele.
Kimin “İklim” Kanunu?
Bu yüzden İklim Kanunu’nun neden sorunlu olduğunu anlamak için önce neyi yapmadığına bakmak gerekiyor. Çünkü bu yasa, yüzeyde iklim krizine karşı bir önlem gibi sunulsa da esas olarak krizi yaratan ekonomik düzenin devamını sağlamak üzere tasarlandı. İçerdiği her kelime, her hedef, her araç bunu gösteriyor.
İklim krizinin yapısal nedenlerini ortadan kaldırmak gibi bir amacı yok. Yıkımın rengini yeşille süslemek için sürekli “Yeşil büyüme” diyor. “Net sıfır” hedefi koyuyor ama fosil yakıtları bitirmekten söz etmiyor. Sadece teknolojik çözümlerle, karbonu piyasada alıp satarak meseleyi yöneteceğini varsayıyor. Yani sistemin doğaya ettiği müdahaleyi değil sonlandırmak azaltmayı bile düşünmüyor. O müdahaleyi daha kârlı hale getirmek istiyor sadece.
Kanunun etrafında şekillendiği kelime “Karbon.” Karbonla sınırlı bir iklim yasası, aslında sınıfsal ilişkileri görünmez kılmak için ideal bir araç. Çünkü karbon salımı, sermaye birikiminin sonucudur; doğrudan üretim ilişkileriyle ilgilidir. Siz sadece karbonu ölçer, ticaretini yapar, maliyetini fiyatlara yansıtırsanız büyük kirleticileri “dönüşmüş” gibi gösterebilirsiniz. Ama bu sırada maden şirketleri dağları parçalamaya, enerji tekelleri termik santralleri sürdürmeye, inşaat baronları beton vadileri kurmaya devam eder.
Ki amacı bu zaten. “Piyasa temelli mekanizmalar” diyor. Yani karbonun fiyatı olacak, ticareti yapılacak, salım yapan sanayi kuruluşları bu piyasadan “karbon kredisi” satın alarak faaliyetlerine devam edecek. Atmosfere saldığın gazı biraz para ödeyerek “telafi etmiş” olarak kılıfına uyduracak. Karbonu borsaya sokmak, gezegenin tahribatını bir yatırım aracına dönüştürmek anlamına geliyor. Bir bakıma bu, yeryüzünü finansallaştırmanın en son biçimi. Artık ormanların değeri “karbon tutma kapasitesi” kadar, toprağın kıymeti “emisyon azaltımına katkısı” kadar.
Tabi bu yolla sorumluluğu kurumlardan bireylere, devletlerden vatandaşlara, şirketlerden tüketicilere kaydırıyor. Bu da bir strateji. Yurttaşa “Sen geri dönüşüm yap, suyu dikkatli kullan, enerji tüketimini sınırla” denirken Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşları fosil yakıtlardan vergi indirimi almaya, mega projeler doğayı talan etmeye devam ediyor.
İklim Dostu Yatırım
Bu tabloyu yeşil badana ile kapatmaya çalışan şey “iklim dostu yatırım” adı verilen büyük bir yalandır. Yatırımın dostu olur mu? Olmaz. Bu yasa da doğayı yatırım yapılacak bir “varlık” gibi kodlamanın ideolojik kılıfı. İklim krizini doğanın tahribatı olarak görmüyor, “yatırımların risk altında olduğu bir finansal tehdit” gibi çerçeveliyor. O nedenle, çözüm olarak da yeni yatırım fırsatları sunuyor: karbon borsaları, çevresel sertifikalar, yeşil tahviller… Sorunlar çözüm adı altında yeniden şekillendirilip sermayeye hizmet ettiriliyor. Krizden değer yaratmak, felaketten fırsat çıkarmak, yangından sermaye devşirmek.
Ve tabii bütün bu süreçlerin en “modern” kılıfı: teknoloji. Sanki teknoloji her şeyi çözecekmiş gibi… Sanki karbon yakalama tesisleri, yapay zekâ destekli enerji izleme sistemleri, hidrojenle çalışan trenler bizi kurtaracakmış gibi… Oysa teknoloji kimin elinde? Hangi ihtiyaçlara göre tasarlanıyor, kimin için işliyor? Bu soruları sormadan “yeşil teknoloji” demek, sadece iktidarın ve sermayenin kurtuluşunu düşünmek olur. Üstelik bu yeni teknolojilerin hammaddesi de işgal edilen topraklardan ve yersiz yurtsuz bırakılan halklardan çalınıyor.
İşte bu yüzden, bu yasa tümden sorunlu. Sadece etkisiz değil aktif olarak zararlı da. Kapitalizmi yeşillendirerek ölü gezegenin üzerine bayrak dikmeye hazırlanıyor.
İklim Kanunu, sermaye lehine örgütlenmiş bir çevre rejiminin yasal zemini. Katılım, adalet, dönüşüm gibi kavramların hepsini içi boş, bağlayıcılığı olmayan, teknokratik ilkeler haline getiriyor. Yani karar alma süreçleri yine devletin ve şirketlerin kontrolünde. Yine halkın değil piyasanın yönettiği bir gelecek öngörülüyor.
Kapitalist üretim biçimi doğayı kendine kaynak ve atık alanı olarak kodlamış durumda. Yani yaşamak için yok etmek zorunda. İklim Kanunu da bu düzenin hukuki ifadesi. “Uyum” dedikleri şey yıkıma alışmak. “Geçiş” dedikleri şey yıkımı süslemek. “Katılım” dedikleri şey halkı susturup karar süreçlerine gözlemci olarak yerleştirmekten ibaret.
Yaşamı Gözeten Bir Yasa Nasıl Olmalı?
Gerçek bir dönüşüm iradesi için de yaşamı gözeten bir yasa nasıl olurdu sorusunu sormak zorundayız.
İlk olarak doğayı bir piyasa nesnesi değil müşterek yaşam alanı olarak tanımlamak gerekiyor. Orman, su, toprak, hava alınıp satılamaz. Bu müşterekler ancak öz-yönetimle korunabilir. Yani halkın kendisinin söz ve karar sahibi olduğu, kolektif bir doğa yönetimi modeli şart. “Sürdürülebilirlik” dedikleri soyut kavramın yerine “müşterekleşme” geçmeli.
Üretimin yönünü ve mantığını değiştirmek gerekiyor. Bugün üretim kar için yapılıyor. Halbuki toplumun ve doğanın ihtiyaçları için üretim yapılmalı, kullanım değerine göre örgütlenmeli. İklimi koruyacak olan sistem, daha gerekli olanı dayanıklı biçimde üreten sistemdir. Her yıl yeni telefon çıkaran, gereksiz inşaatlarla şehirleri betona gömen sistem değil. Doğayla uyumlu üretim ancak sömürüsüz bir üretimle mümkündür.
Ayrıca adil bir geçiş gerçekten adil olacaksa sadece enerji üretimini değil geçim kaynaklarını da dönüştürmeli. Bu dönüşüm işçilere alternatif geçim, güvenli çalışma koşulları ve örgütlü söz hakkı sunmalı. Çiftçiye kamusal destek, gıda egemenliği, toprağın kontrolünü sağlamalı.
Bütün bu dönüşüm ancak halkın gerçek katılımıyla mümkün. Yerel meclisler, halk konseyleri, ekolojik komiteler… Çünkü doğayı en iyi o bölgede yaşayanlar bilir. Kentin çeperinde fabrika açmak isteyen bir şirket o fabrikadan zehir soluyacak mahalleli hakkında karar veremez.
Ekososyalist dönüşüm, toplumsal bir zorunluluktur. Toplumsal güç dengeleri değişmeli, mülkiyet ilişkileri sorgulanmalıdır. Mevcut düzenin yeşil cilası altındaki sömürüyü kapatmaya yetmez.