Çanlar Kimin İçin Çalıyor ya da Kısaca Ekolojik Çöküş

Dünya kapitalizmin çok yönlü krizleriyle sarsılıyor. Onlardan birisi de ekolojik kriz ve çözümsüz kaldıkça tahribatı artıyor, artık bir ekolojik çöküş dönemi içerisindeyiz. Herhangi bir şeyden değil, yeryüzünde canlı yaşamın var olmasını mümkün kılan biyolojik, kimyasal ve fiziksel süreçlerin çöküşünden ve bağlı olarak bir yok oluş tehdidinden bahsediyoruz.

Parçası olduğumuz bu gezegen, daha önce de 5 kitlesel yok oluş dönemi geçirdi, fakat hiçbiri içinde yaşayan insanların toplumsal düzeninden dolayı gerçekleşmemişti. Daha öncekiler, meteor çarpması gibi kozmik olayların etkisiyle gerçekleşmişti. İçinde yaşadığımız yok oluş tehlikesi ise bizzat kapitalist toplumsal ilişkilerin yarattığı bir sonuç.

Daha önceki toplumsal düzenlerin de doğaya zarar verdiğini, ekosistemler üzerinde değişimlere, türlerin yok oluşuna sebep olduğunu söyleyebiliriz. Fakat hiçbiri sermaye ilişkisinin yarattığı hızda, çapta ve derinlikte doğaya zarar vermemişti. Bu durumun sebebini uzakta aramaya gerek yok. Kapitalizm doğayı sonsuz bir sömürü alanı olarak görüyor; toplumsal ihtiyaçlardan koparılmış bir üretim için gereken hammaddeleri, bunların işlenmesi için gerekli enerjiyi sürekli çekip alacağı ve bu üretim sürecinde oluşan atıklarla birlikte metaların kendilerini de boşaltabileceği bir alan olarak. İklim değişikliğinin, hava toprak ve suyun kirlenmesinin, ormansızlaşmanın, biyoçeşitliliğin azalışının, okyanusların asidifikasyonunun, buzulların erimesinin, okyanus akıntılarının bozulmasının… vd. canlı yaşamını yok edecek bir seviyeye gelmesinin sebebi sermayenin egemen olduğu bir düzen. 

İklim krizinin hepimizin ortak geleceğini etkilediği ve bu yüzden düzenin egemeni sermaye sınıfının krize karşı önlemler alacağı, teknolojik gelişmeler sayesinde kapitalizmin doğaya zarar vermeyeceği bir hale gelerek yeşilleneceğine dair toplumda yaygın bir düşünce hakim. Şöyle bir bakınca çok mantıklı gelen bu düşünce gerçek hayatta acaba ne kadar gerçekleşebiliyor?

COP’lar krizin asıl sorumlusunu belirsizleştiriyor

BM çerçevesi altında her sene uluslararası iklim konferansları düzenleniyor, COP adında. Kapitalist hükümetlerin liderleri, sermayedarlar, fosil yakıt şirketlerinin temsilcileri bir araya gelerek iklim krizini durdurmak adına birtakım hedefler koyuyorlar önlerine. İklim krizinin asıl sorumlusunun sera gazı emisyonu olduğunu, emisyonların azaltımı ve yenilenebilir enerjiye geçişle birlikte ısınmanın 1.5 derece ile sınırlandırabileceğini savunuyorlar. Gelin görün ki, yayınlanan resmi raporlar, küresel emisyonların yüzde 50’sinden fazlasının tam da bu konferanslar düzenlenmeye başladıktan sonra salındığını gösteriyor. Hatta son 30 yılda yenilenebilir enerji üretimiyle birlikte fosil yakıt üretimi de artıyor.

Son COP olan COP28 ise geçen yıl gerçekleşti. Konferansa 2000’den fazla fosil yakıt endüstrisi şirketinin delegesi katılmış. Üstelik, konferansın başkanlığına getirilen BAE’nin ulusal petrol şirketinin CEO’su, konferansı yeni karlı petrol antlaşmaları yapmak için paravan olarak kullanmakla ilgiliymiş. Başka ne beklenebilirdi?

Şimdiye kadar düzenlenen COP’lar iklim krizinin asıl sorumlusunu belirsizleştirmekten, yeryüzünde yaşayan ve iklim krizinden doğrudan etkilenip tepki gösteren insanların öfkelerini sönümlendirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmadı. Fosil yakıtlardan çıkış vaadi dahi veremedikleri hedeflerle sonlandı son konferans da. 

Şimdiye kadar ısınmanın 1.5 derece ile sınırlandırılabilmesi için uygulanması gereken azaltım hedeflerinin hiçbirini gerçekleştirmediler. Artık 2030’dan önce 1.5 sınırını geçilmesi neredeyse kesin. 

Üstelik 1.5 derece, atmosferdeki artan sıcaklığın ortalamasını gösteren teknik bir terim olduğu için yeryüzündeki eşitsiz dağılımı gözden kaçırmamıza neden olabiliyor. Küresel güneyde yoksul halklar ve emekçiler felaketleri yaşamaya çoktan başladılar.

Aşırılaşma zamanı felaketler, pandemiler

Isınmış bir gezegen yaşamın her alanında ve her anında istikrarsızlık demektir. Doğa olaylarında aşırılaşma demektir. Orman yangıları, sel felaketleri, kuraklık demektir. Varolan toplumsal eşitsizliklerin daha da derinleşmesi demektir, sömürü ve tahakküm ilişkilerinin derinleşmesi demektir. Özellikle küresel güneyde tarımsal faaliyetlerin yapılamayacak hale gelmesi tehdidini içeriyor bu ısınma. Gıda krizi, sağlık krizi, su krizi anlamına geliyor. Milyonlarca yoksulun açlıktan ve susuzluktan ölmesi, ayakta kalabilen milyonlarcasının iklim göçmeni olması anlamına geliyor.

Bunlarla da sınırlı kalmıyor göreceklerimiz, bu aynı zamanda yeni pandemiler göreceğimiz anlamına geliyor. Covid 19 göreceğimiz tek pandemi değildi, daha birçoğuna şahit olabiliriz. Halihazırda endüstriyel tarım ve hayvancılığın sebep olduğu ormansızlaşma, petrokimya endüstrisinin tarım ilaçları denilen zehirleri birçok canlı türünün yok olmasına sebep oldu. Son 50 yılda biyoçeşitlilik yüzde yetmiş oranında azaldı. Yani, yeryüzünde varolan türlerin yüzde yetmişi yok oldu. Yalnızca biyoçeşitliliği azaltmıyor sermaye birikimi, insan ve insan olmayan canlı türlerinin çarpık etkileşimine ve bu yolla yeni virüslerin ve patojenlerin ortaya çıkışına sebebiyet veriyor. 

Yenilenebilir enerji çözüm değil

Ve tüm bunlar olurken, sürecin sorumlusu olan sermaye sınıfının ekolojik yıkımı durdurmak gibi bir hedefi yok. Sermaye yapısal olarak genişlemeye yazgılı bir sistem. Genişlemediği takdirde sermaye olma niteliğini yitiriyor. Bu yüzden sürekli daha fazla üretime, daha fazla üretim için daha fazla hammaddeye, binalara, makinelere ve enerjiye ihtiyaç duyuyor.

Mevcut enerji üretim mantığını kökünden değiştirmeden yalnızca bir sektörden bir sektöre -fosil yakıt kaynaklarından yenilebilir enerji kaynaklarına- kaydırmak ekolojik yıkımı durdurabilecek bir şey değil.  Üstelik, sözgelimi elektrikli arabaların ya da rüzgar enerji santrallerinin veya güneş panellerinin gerektirdiği metaller ve nadir toprak elementleri de okyanusların altını oyarak, derin deniz madenciliği yoluyla elde edilmiyor mu? Kongoda madenlerde çocuk işçiler çalıştırılarak ve amazonları yok ederek elde edilmiyor mu? 

2050’de göreceğimiz dünya sadece bugünden daha sıcak bir dünya değil, öylesine söyleniveren “daha fazla sıcaklığın” siyasal süreçlere etkisinin ne olacağıyla da ilgilenmek zorundayız. Ekolojik krizin neden olabileceği göçmen sayısı şu anki tahminlerin çok üzerinde olma potansiyeli taşıyor. Emperyalist devletler buna karşı silahlanma kapasitelerini arttırıyor, sınırlarını yüksek duvarlarla ve elektrikli tellerle çeviriyorlar. Ekofaşizm diye bir gerçeklikten bahsediyoruz. 

Dünyanın egemenleri ekolojik yıkımın neden olacağı felaketleri fırsatlar olarak görüyorlar. Buzulların erimesinde, onların altındaki fosil yakıtlara erişimin fırsatını görerek bunun üzerinden bir kaynak rekabetine savaşına girmiş durumdalar. O eriyen buzulların altından çıkıp gelecek binlerce yıl öncesinin virüsleri ve o virüslere karşı bağışıklığı olmayan biz insanların neler yaşayacağıyla ilgilenmiyorlar. Sermaye sınıfının canavarları cehenneme çevrilmiş dünyaya baktıkları zaman sadece büyük karlar görüyorlar.  

Ekososyalist hareket ve gençlik 

Bugün ekolojik krize karşı mücadele kapitalizme karşı toplumsal kurtuluş mücadelesi anlamına geliyor. Çünkü ekolojik krizin asıl sorumlusu karbon salımları değil, onu üreten sermayenin sistemi kapitalizmin kendisidir. Ekolojik krize asıl çözüm de, birleşmiş üreticilerin toplumsal ihtiyaçları odağına alan, rasyonel ve doğayla uyum içinde örgütlendiği ekolojik sosyalist bir toplumdur.

Bu yüzden ekoloji mücadelesi özgün bir anti-kapitalist mücadele alanıdır. Doğanın yıkımına karşı mücadele “yerlere çöp atmama” düzeyine indirilmeyecekse, o yıkımın sorumlusu olan sermayeye ve onun düzeni kapitalizme olarak hayata geçirilmelidir. Buradan sosyalist harekete ve sosyalist hareketin ekoloji mücadelesindeki sorumluluğuna geliyoruz. Fakat yazının sınırlarını aşmamak için ekoloji hareketi içerisindeki gençliğe değinmekle yetineceğim.

Sosyalist hareket, dinamizmini, yaratıcılığını ve militanlığını kendi içindeki genç kadrolardan alıyor.  Bu ise gençliğe, ekolojik krizin karartacağı kendi geleceğine sahip çıkmak için ekolojiyi solun ana gündemlerinden biri yapma imkânı veriyor. Bunu içinde bulunduğumuz kurum olan üniversiteyi dönüştürerek, yerellerdeki mücadelelere dahil olarak ve ekolojik mücadelenin diğer mücadelelerle bağını kurarak yapabiliriz.

O halde, bugünün perspektifinden oldukça karanlık görünen bir geleceğin gençliğine, bu gidişatı tersine çevirebilecek olan ekososyalist harekette önemli bir sorumluluk düştüğünü söylersek kim karşı çıkabilir? 

Yazar