Direnişi gösteri haline getirmek, onu eylemsizliğe mahkûm etmektir.
Geçtiğimiz 19 Mart, yalnızca İstanbul’da değil; İzmir’den Ankara’ya, Diyarbakır’dan Konya’ya kadar pek çok kentte sokağa çıkanların karşılaştığı bir devlet şiddeti tarihiydi. Gençlik örgütleri, kadınlar, sosyalistler, öğrenciler, farklı politik dinamiklerden gelen birçok kişi, devletin artan zoruna karşı alanlardaydı. Sokakta yükselen bu ortak isyan, yalnızca fiziksel şiddetle yoluyla bastırılmaya çalışılmadı; aynı zamanda sosyal medya aracılığıyla temsile, görselleştirmeye ve dolayısıyla etkisizleştirmeye maruz bırakıldı. Direniş, devletin doğrudan saldırısının hedefi olurken, aynı anda dijital dolaşımın tüketici mantığına da sıkıştırılmaya çalışıldı. Bastırılmakla gösterileştirilmek arasındaki bu çift yönlü kuşatma, direnişi hem fiziksel hem de politik olarak etkisizleştirmeyi hedefliyordu. Karşımızda yalnızca kalkanlar, coplar ve plastik mermiler yoktu; aynı zamanda hakikatin üzerini örten bir medya sessizliği ve direnişi imgeleştiren dijital dolaşım vardı. Direniş, gözle görülür şiddetin hedefiydi; ama aynı zamanda görünürlüğün kendisiyle pasifleştirilen bir gösteriye de dönüştü.
Direnişin Estetizasyonu ve Kapitalist Soğurma Mekanizması
Kapitalizm yalnızca üretimi değil, itirazı da metalaştırır. Antikapitalist temalar, tıpkı “doğal yaşam” ya da “özgün benlik” gibi, sistem içinde dolaşıma sokulan birer estetik unsura dönüştürülür. Kapitalist realizm sistemin dışında tahayyül edilemediğinde, onun içindeki muhalefet de gerçekliğini yitirir; içeriden “mış gibi” yapılır. Bugün dizilerdeki “komünist” karakterler, giyim markalarının “feminist” kampanyaları ya da konser sahnelerinde dalgalanan Antifa bayrakları, radikallikten çok bir duygulanım üretir. Direnişin içeriği değil, atmosferi dolaşıma girer. Bu da bir “politik his tüketimi” doğurur: Direniyormuş gibi hissetmenin verdiği haz, gerçek mücadelenin yerine geçer.
Bu estetikleşme, direnişi ehlileştirmenin en işlevsel biçimidir. Çünkü gerçek karşı çıkışlar çelişki üretir; rahatsız eder, konfor alanlarını tehdit eder. Oysa bu biçimiyle estetize edilmiş “direniş”, bu çelişkileri çözüp yerine güvenli bir kimlik deneyimi koyar.
Bugün büyük film şirketlerinin antikapitalist temaları işleyen yapımlar üretmesi, sanatın dönüştürücü gücünden değil; sistemin kendi muhalefetini önceden üretme becerisinden kaynaklanır. Bu filmler, insanlarda bir tür “ifade edilmişlik” hissi yaratarak, öfkeyi temsil yoluyla boşaltır ve politik eylemin önüne geçer. İzleyici, itirazın özünden uzağa düşen bir halini tüketse de direnmemenin duygusal yükünden kurtulmuş hisseder. Gerçeklik sahneden dışarı taşmadan içselleştirilir. Bu mekanizma, kapitalizmin sanatı soğurma biçimidir; sanatın kendisini değil, onun dolaşımını belirleyen ilişkileri sorgulamamız gerekir. Bu dinamiğin küçük ölçekli bir versiyonu, politik liderlerin gençliğe hitap eden mizahi halkla ilişkiler kampanyalarında da görülür. Gençlerin ifade etmesi gereken sistem karşıtı öfke, onlar adına temsil edilir; böylece hakiki itirazın zemini olan kolektif politik konum alış, yerini duygusal rahatlamaya bırakır. Direnmenin yerini temsil, hakikatin yerini imge alır.
Sosyal Medyanın Çelişkili Rolü
Bugünün politik atmosferinde dijital mecralar hem bir duyuru ve örgütlenme aracı, hem de bir soğurma ve eylemsizleştirme zemini olarak işlev görür. Bu çift yönlülük, sosyal medyayı ne bütünüyle reddetmeyi ne de başlı başına bir araç olarak kutsamayı mümkün kılar.
İstanbul’daki bir polis saldırısını Diyarbakır’daki bir kadın görüp tepki verebiliyor; bu, dijitalin birleştirici potansiyelidir, evet, ancak bu potansiyel, eğer örgütlü bir zemine taşınmazsa, hızla bireysel bir duygusal döngüye kapanır: gör, öfkelen, paylaş ve unut. Debord’un “gösteri toplumu” olarak tanımladığı şey, tam da bu döngüyü tarif eder. Toplum artık doğrudan ilişki kurmaz; imajlarla, temsillerle ve simgelerle yaşar. Direniş bile bir “seyirlik deneyim” halini alır. Sosyal medya, görünürde politik bir alan sunar; ama çoğu zaman gerçek politik eylemin yerine geçerek onu ikame eder.
Politik Özneleşme
Zizek, çağımızın bireyleri çoğu zaman eylemi değil, onun sahnesini üretir, der. “Tepki göstermek”, “gündemi yorumlamak”, “doğru yerde durmak” politik özneleşme değil; imgesel özdeşleşmedir. Oysa politik özneleşme, ancak kolektif bir hedef uğruna pratik bir konum alışla mümkündür. Sosyal medya bir imkândır, evet; ama örgütsüzlük içinde kullanıldığında, bireyi politik bir fail değil, “duygulanımsal bir izleyici” haline getirir. Yani orada duran, tepki veren ama özne olmayan bir figür.
Dijital Yorgunluk ve Kolektif Dağılma
Dijital alanın sürekli uyarılmış hali, bireylerde politik tükenmişlik yaratır. Her gün yeni bir şiddet görüntüsü, yeni bir hashtag, yeni bir acil çağrı… Bu durum, bireyde sürekli bir tetikte olma hâli yaratır ve zamanla, mücadele motivasyonunu değil, duygusal kaçışı üretir. Böylece insanlar “çok şey biliyor” ama “çok az şey yapıyor” hale gelir.
Bu tükenmişlik kolektif olanı değil, kişisel olanı besler: Kendi duygularına kapanmak, sessizleşmek ve geri çekilmek. Oysa devrimci mücadele, dayanışmanın sürekliliğine dayanır. Ve dayanışma, ancak örgütlü yapılar içinde gerçeklik kazanır.
Gerçek ile İmgenin Ayrıştığı An
19 Mart, yalnızca devletin çıplak şiddetini değil, dijital aktivizmin sınırlarını da gösterdi. Gözaltına alınan, işkence gören kadınlar yalnız değildi — sosyal medyada—. Ama çoğu zaman sokakta yalnız bırakıldılar. İmge hızla yayıldı, öfke büyüdü, paylaşımlar arttı… Ama bu paylaşım, aynı oranda örgütlü bir karşı koyuşa dönüşmedi. Çünkü görüntü ile gerçek arasındaki mesafe kapanmadı. Bu, yalnızca iktidar baskısıyla açıklanamaz; aynı zamanda örgütsüzleşmenin ve bireyselleşmiş tepki biçimlerinin yarattığı politik boşlukla ilgilidir. Bu çelişkide, görünüş ile hakikat arasındaki diyalektiği yeniden düşünmek gerekir: Görünüş, hakikatin bütünü olmasa da onun bir momentidir; ama eğer kendi başına mutlaklaştırılırsa, hakikatin yerini almaya başlar.
Tüketen Değil, Kurucu Öznelik
Kapitalizmin soğuramadığı tek şey, örgütlü, kolektif, süreklilik taşıyan direniştir. Bu da yalnızca paylaşan değil örgütleyen, yalnızca gören değil müdahale eden, yalnızca hissetmeyen, kolektif olarak değiştiren bir öznelik biçimiyle mümkündür. Kampüste, mahallede, işyerinde inşa edilen politik hat; algoritmalarla değil, kolektif mücadeleyle ilerler. Estetik bir özdeşlik değil; maddi bir konum alış gereklidir. Ancak o zaman imge hakikate, gösteri mücadeleye, yalnızlık dayanışmaya dönüşebilir. Bugün bize düşen hakikat ile imge arasındaki bu mesafeyi kapatmaktır.