Kader Ortakaya, Urfa’lı yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi ve ortaokulu bile bitirmeden tekstil işçiliğine başladı. Ortaokulu ve liseyi açık öğretimden, bir yandan da işçilik yaparak bitirdi. Kütahya’da üniversiteye başladığı yıllarda Özgürlükçü Gençlik saflarına katıldı. Kobanê’de IŞİD’e karşı verilen halkların özgürlük mücadelesinde, komünist kimliğinin bir gereği olarak saflarda mücadele etmek için çıktığı yolda 6 Kasım 2014’te Suruç sınır noktasında hedef gözetilerek katledildi.
Ölümünün 11. yılında Kader Ortakaya için hazırladığımız; mektupları, yoldaşlarının ve sevdiklerinin yazılarından oluşan broşürü sitemizden paylaşmıştık. Broşürün pdf’ini de içeren paylaşıma bu linkten ulaşabilirsiniz: https://ozgurlukcugenclik.org/devrimin-kizil-gulu-kader-ortakaya/
Kendisi de bir Özgürlükçü Gençlik üyesi olan, örgütümüzün inşası için emek eden Kader yoldaşın, gazetemiz ve dergimizde birçok yazısı yayınlanmıştı. Kader Ortakaya’nın yazdığı tüm bu yazıların gençliğin belleğinde yer etmesi, devrim uğruna canını ortaya koyan yoldaşımızın yazılarının gençlikle buluşması adına tüm yazılarından oluşturduğumuz derlemeyi okurlara sunuyoruz.
Direniştir kaderimiz, o Kader büyümeye devam edecek!
Pedagojik Formasyon Almak Uğruna Psikolojimiz Bozuluyor (Ekim 2010-Özgürlükçü Gençlik Gazetesi)
Birçok ülkenin tarihinde olduğu gibi Türkiye tarihinde de ekonomi politikalarının değişimi, toplumsal muhalefeti önlemek için darbelerle yürürlüğe girer. 12 Eylül 1980 tarihinde Türkiye’de yapılan darbe sonrasında neo-liberal politikalar hayata geçirildi. Neo-liberal politikaların eğitime uygulanmasıyla, eğitim, insanların temel ihtiyaç ve hakkı olmaktan çıkarılıp sermayenin rant alanına, parası olanın satın alabileceği bir meta haline dönüştürüldü. Üniversitelerde bu politikaların uygulayıcısı olarak da 6 Kasım 1981’de YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) kuruldu.
Eğitim, insanın temel ihtiyacı olmaktan çıkartılıp, eğitimi veren kurum açısından rant alanı, eğitim alan öğrenciler açısından ise kendisine bir yatırım olarak görülüyor. Neo-liberal politikaların uygulayıcısı, sermaye işbirlikçisi YÖK, üniversiteden mezun olan öğrencinin daha iyi meslek sahibi olduğunu ve eğitimi ihtiyaç olarak değil bireyin kendisine yaptığı yatırım olarak görüyor kendisini bu düşüncelerle meşrulaştırıyor. Bugün milyonlarca işsizin içinde üniversite mezunu oranının azımsanmayacak bir oranda olması dikkat çekiyor. Diğer yandan üniversite mezunlarının asgari ücret karşılığı çalıştığını görmezden gelerek harçlara her yıl zam yapmaya çalışılıyor ve yapmak istediğimiz her iş için bizden ayrıca sertifika isteniyor. Bu sertifikalar karşılığında iş bulma garantimizin olmamasına rağmen, biz öğrencilerden binlerce lirayı bulan ücretler istenmektedir. Fabrikalar için nitelikli iş gücü nasıl kâr maksimizasyonu için vazgeçilmez ise, üretime nitelikli bir girdi olarak görülen bilgi de vazgeçilmezdir; tabii bu nitelikli bilginin öğrencilere verilme ücreti de niteliğine göre değişiyor. Üniversiteler toplum için değil, sermaye için bilgi üretilen alanlara dönüştürülmüştür.
Sertifika Programları
Eğitim (tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi) sermayenin ihtiyacına göre, arz talep dengesine göre düzenlenmektedir. Örneğin, zihin engelliler öğretmenliği bölümü mezun sayısı az olduğundan zihinsel yetersizliği olan öğrencilere eğitim veren özel kurumların bu alandan mezun öğretmenlere daha fazla maaş vermemeleri için hemen bu öğretmenleri ikame edecek şekilde, sınıf öğretmenliği bölümünden mezun olan öğrencilere bu alana yönelik ücret karşılığı sertifika verilmektedir. Böylece, bu işi yapabilecek öğretmen sayısı arttırılmakta ve bu alandaki öğretmenlerin maaşlar düşürülmektedir. Nasıl çan eğrisi aynı sınıftaki öğrenciler arasında birbirine ders notu bile vermeyecek derecede rekabete yol açıyorsa, şimdi de sertifika programlarıyla bölümler arası bütün üniversite öğrencileri yarıştırıyor. İnsana insanca değer vermeyen kapitalist sistem, biz öğrencileri de ilköğretim sıralarından başlayarak yaşamımızın sonuna kadar yarış atı olarak görüyor. Hepimizin, her alanda sertifikası olsa bile, kapitalist işletmeler biz öğrencilerden daha fazlasını isteyecek yine ve bizi elekten geçirecekler. En nihayetinde, yine bir çoğumuz işsiz kalacak yada asgari ücretle çalışacak. Çünkü rekabetin olduğu yerde herkese yer yoktur. Rekabet, biz öğrencileri birbirimizden uzaklaştırmakta, bencilleştirmekte insan olmaktan çıkarıp sermaye yararına daha çok işleyen bir makinaya dönüştürme çabasındadır. Görüyoruz ki, bu sistem bize onurlu bir gelecek vaat etmiyor.
Pedagojik Formasyon
YÖK, hergün değiştirdiği yönetmelikleriyle biz öğrencilerin yaşamını yapboza çeviriyor. Her sene başında değişen kredi sayıları, sınav sistemleri, sınavlarda çekilen kopyalar, eğitim sisteminin çürümüşlüğünü, uygulanamazlılığını da gösteriyor. Dershanelerin, üniversitelerin kasaları dolarken biz emekçi ve işçi çocuklari öğrenciler bunların bedelini ödüyoruz. Önceki dönemlerde tezsiz yüksek lisans diye bilinen ve Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitim Giriş Sınavı(ALES)’in %50’si, lisans ortalamasının %25’i, mülakatın 25’i alınarak öğrenci alımı yapılan ve öğretmenlik dışında da alternatifleri olan pedagojik formasyon üniversite mezunlarına veriliyordu. Geçtiğimiz sene gündeme gelen değişiklikle, lisans öğretimine devam eden öğrencilere de verileceği açıklandı. Kriter olarak, her üniversitenin kendi belirleyeceği ücret ve 2,5 genel lisans ortalaması isteniyor. Sistemin bu katili, ilk cinayetini İzmir’de işledi. Genel ortalaması yetmediği için üniversite mezunu bir öğrenci kendisini beşinci kattaki evinin balkonundan atarak intihar etti. Sene başında okullarda öğretmenlik sertifikası, yani pedagojik formasyonun 3. ve 4. sınıf ve mezun öğrencilere verileceği açıklandı. Açılan 300-400 kişilik kontejanlara binlerce öğrenci başvurdu. Başvurusu kabul edilen ve kesin kayıt yaptıran 4. sınıf öğrencilerinin başvurusu kayıtların son günü YÖK tarafından iptal edildi. Gerekçe olarak da üniversitelerin konuyu “yanlış anlamaları” gösterildi. Okullarda dersler başladıktan üç hafta sonra YÖK yeni bir karar açıkladı: Pedagojik formasyon hakkı ellerinden alınan 4.sınıf öğrencilerinin (tabiî ki para karşılığında) formasyon alabilecekleri söylendi. Bugün YÖK kararlarına göre doğru olan bir şey yarın yanlış olabiliyor yada tamamen ortadan kalkabiliyor. Böyle bir durumda da mezun öğrencilerin alternatifi kalmıyor. Tıpkı İzmir’de intihar eden öğrenci arkadaşımız gibi. Görüyoruz ki kapitalist sistemde, eğitim de kendi içinde tutarsızlıklarla dolu. Bu tutarsızlığının mağdurları da yine biz öğrenciler oluyoruz. Ticarethaneye dönüflen üniversiteler, öğrencilere öğretmen olabilme, atanabilme ihtimalini bile öğrencilere para ile satıyor. Kapitalist sistemde üniversiteler, bilimsel eğitim için değil kendi döner sermayelerinin kontrolünü kendileri sağlamak için özerk olmak istiyor.
Üniversiteler, öğrencilerden öğretmenlik sertifikası karşılığında 2.000 ila 3.000 lira arasında değişen miktarlarda para istemektedirler. Anadolu Üniversitesi ise, öğrencilerden alacağı parayı henüz belirlemediği için, kayıt esnasında öğrencilere açık senet imzalattı. Öğrenciler kayıt yaptırmak zorunda oldukları için ne kadar ücret ödeyeceğini bile bilmeden bu senetleri imzalamak zorunda kaldılar. Bu senetlerin öğrencilere imzalatılmasıyla, üniversite ile öğrenci arasındaki iliflkinin tüccar-müşteri ilişki olduğu gözler önüne sermiştir. Bankalardan kredi çekmek dışında pek alternatifi olmayan işçi-emekçi çocukları, öğrencilerin aldıkları öğrenim kredileriyle, Kredi Yurtlar Kurumuna binlerce lira borçlu olarak mezun olacakları yetmiyormuş gibi, şimdi de formasyon ücreti için bankalara binlerce lira borçla mezun olacaklar. Üstelik çoğumuz mezun olunca diplomalı işsiz olacağız.
Ne Yapmalı?
Görüyoruz ki, yıllarca sınavlarda dirsek de çürütsek, bir çok sertifika da alsak; kolumuzda çember çevirirken, ayağımızla top da sektirsek; anadilimizde eğitim yasakken, birden çok dilde konuşmayı da öğrensek; yine işsizlik, güvencesizlik, en nihayetinde geleceksizlikten kurtulamayacağız. Çözüm: insanca yaşam için mücadelede, rekabete karşı birlik olmakta; YÖK’ü, sınavları kaldırmakta, parasız bilimsel, anadilde e¤itim mücadelesinde en nihayetinde de geleceğimiz için örgütlenmekte, sermaye ve onun için üniversiteleri ticarethanelere dönüştürenleri hedef almaktadır.
Özgürlük Yolunda Öğrenci Gençlik (Mart 2011-Özgürlükçü Gençlik Gazetesi)
Üniversiteler geçtiğimiz dönemin açılışını YÖK’ün kaldırılması ya da değişime uğramasıyla ve YÖK’ün üniversite rektörlerine gönderdiği; sivil polislerin üniversitelerdeki varlığını yasalaştıran, öğrencilerin söz hakkını engelleyici her türlü “tedbir”i barındıran bir genelge ile yaptı. AKP, yeni dönemde üniversitelerin ticarileşmesine yönelik uygulanacak olan neo-liberal politikalara, hiçbir muhalefetle karşılaşmayacak biçimde devam etmek için üniversiteleri kendisi açısından dikensiz gül bahçesine dönüştürme amacındadır. Bu süreçte neo-liberal politikaların eğitimdeki dönüşümün hız kazandığı Avrupa ülkeleri öğrenci isyanlarına mekan olmuştu. YÖK’ün kaldırılması ya da YOK’ün değişiminin gündeme gelmesiyle yıllardır 6 Kasımlarda “YÖK’E HAYIR” deyip alanları dolduran öğrenci gençlik, 2010 6 Kasım’ına “SINAVLAR KALKACAK,YÖK DAĞITILACAK” sloganıyla taleplerini somutlaştırma ihtiyacını daha yakıcı bir biçimde görerek yürüdü.
Söz Yetki Karar Hakkı
Üniversitelerde söz, yetki ve karar hakkı için 4 Aralık’ta Başbakanın Öğrenci Temsilcileriyle yapacağı toplantıya girmek için Dolmabahçe’ye yürüyen öğrencilere “polisin sert müdahalesi”nin ardından öğrencilerin eylemlerine sahne olan üniversiteler ve sokaklarda artık öğrenci gençlik hareketi daha farklı bir şekilde kabarmaya başladı. Türkiye’de öğrenci eylemleri ilk defa gerçekleşmemekte, lakin 4 Aralık’ın denk geldiği Türkiye ve Dünya konjönktürü öğrenci hareketini sıçratan ve bu koşullarda büyüme etkisi yaratacak bir zamana denk gelmiştir. Bu süreci tetikleyen birçok neden saymak mümkün. Bunlardan bir kaçı Avrupa’daki öğrenci eylemleri, Türkiye’deki seçim sürecidir.
Medya Ablukası
Öğrenci gençliğin eylemlerinin, “gerçeği ayna gibi yansıttığını” iddia eden medyada bu kadar geniş yer alması dikkati çekmektedir. 4 Aralık öncesinde öğrenci eylemleri medyada akşam haberlerinde, günlük gazetelerin ara sayfalarında yer alır ve birçok olay gibi sonraki gün yerini başka gündemlere bırakırdı. Son dönemlerdeki öğrenci gençliğin hareketliliği ise medyada geniş yer almakta ve sonraki günlere de taşınmaktadır. iktidar ve muhalefet partileriyle kurduğu ekonomik-politik ilişkilerine göre tavır alan medya kuruluşları öğrenci hareketine karşı da yine iktidarla kurdukları ilişki perspektifine göre tavır almaktadırlar. Ögrenci eylemlerini destekleyen, polis şiddetini kınayan bir tavır sergileyenler ve öğrenci hareketlerini çeşitli illegal örgütlerle ilişkilendirip polisi savunan bir tavır sergileyenler olarak ayrışmaktadırlar. Kapitalist sistemin en önemli ideolojik aygıtlarından olan medya Türkiye’de iktidar ve muhalefet arasında medya patronlarının çıkarlarına yönelik politikalar doğrultusunda zikzaklar çizmektedir.
Egemenler ve Ögrenciler
AKP olabildiğince polisiyle, özel güvenlikleriyle, medyasıyla öğrencilere sadırmaktadır. Eylem yapan öğrencilere bir taraftan tıpkı daha önce direnişte olan tekel işçilerine “bunlar işçi değil” dediği gibi üniversite öğrencilerine de “bunlar öğrenci değil; marjinal, ideolojik gruplar” deyip öğrencileri toplumsal gerçekliğimiz olan; yoksulluk, işsizlik, geleceksizliğe karşı verdikleri tepkiden soyutlamaya çalışırken diğer taraftan el değiştiren üniversite yönetimleri öğrencileri soruşturmalarla, okuldan uzaklaştırmalarla baskı altına almaktadır. Polis ve özel güvenlikçilerle kendisine koruma duvarı oluşturan AKP, herhangi bir protesto durumunda “orantısız güç kullanımı”yla gözler önünde öğrencilere işkence yaparak kendisini savunmaktadır. CHP ise, öğrencileri kısmen destekler tavır gösterip öğrencilerin isteklerini, kendisinin iktidar olduğu takdirde yerine getireceğini söylüyor “seçim vaadlerinde” bulunuyor. Bir dönem bazı sol örgütlerin desteğini almayı başaran Ecevit rolüne erişmeyi amaçlayan Kemal Kılıçdaroğlu, öğrencileri kendi gençlik kolları örgütü gibi görmekte ve 68’den bu yana öğrenci gençlikte yaşanan değişmeyi görmezden gelmektedir.
Safları Sıklaştıralım
Özgürlükçü Gençlik olarak biz, Genç Sen bileşeni olarak sendikaya pragmatik ve dar grupçu bakış açısının karsında yer almaya devam edip Genç Sen’i öğrenci gençliğin çıkarkarını kurumsallaştıran ve süreçten geri adım atmayan zemine taşıma mücadelesi vermeye devam edeceğiz. Gün dalga dalga sokaklara akıp ne AKP’den ne de CHP’den medet ummadan “Eşit, parasız bilimsel anadilde eğitim” için fiili meşru müdacele hattını örme ve Özgür Demokratik Halk Üniversiteleri yaratma yolunda inatla, ısrarla mücadele etme günüdür.
Akp’nin Demokrasisi Savaş Demektir (Kasım 2011-Özgürlükçü Gençlik)
Türkiye 12 Haziran seçimlerinden sonra AKP’nin “ustalık” dönemine girdi. Yeni dönem gerek burjuvazi açısından gerekse işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından yeni sonuçlara işaret ediyor.
AKP-Ordu Çekişmesi
AKP ve Ordu arasındaki çekişmenin bir sonucu olarak, AKP’nin kazanımlarıyla oluşan yeni durum “yeni rejim” olarak okunabilir.
Burjuva demokrasisine göre konumlandırılmaya çalışılan ordu, elindeki iktidar mevzilerini bir bir kaybetmektedir. İktidarı kimse ile paylaşmak istemeyen sermaye, fırsatını yakaladığı anda ordu gibi elindeki silahlı gücüyle burjuvaziden haraç alan iktidar ortağını alaşağı eder. Ergenekon tutuklamalarından bu yana orduya yönelik hamlelerinde avantajlı konumda olan AKP bu kazanımlarını ordunun birçok alandan çekilmesi ve yerine polislerin yerleştirmesiyle hayata geçiriyor. AKP kazanımlarını anayasa ile hukuki olarak da meşrulaştıracaktır. Polis, ordunun alanlardan çıkartılmasıyla daha da inisiyatif sahibi olacaktır. Ordu, iktidar ortağı olmaktan çıkıp, sadece kırda bir savunma gücü olma yolunda epey mesafe kaydetmekle beraber, diğer taraftan NATO’ya daha pahalıya pazarlanmak için de daha güçlü silahlarla donatılmaktadır.
Komşuları Talan Politikası
2011 seçimlerinden sonra “Ortadoğu’nun da kazandığını” söyleyen AKP, Ortadoğu’da sadece finanskapitale kazandırıyor. Emperyalistlerin müdahaleleriyle “emperyalist bahara” çevrilmeye çalışılan “Arap baharı”ndan önce “komşularla sıfır sorun” politikası güdülüyordu. Bu politikanın özünde, Ortadoğu’nun TC güdümünde kapitalistleşmesi ve neo-liberal dönüşümlerin yaratılmasıyla TC’nin bölgesel bir güç olma yolunda “model ülke” olması hedeflenmekteydi. Ortadoğu halklarıyla gerek dinsel gerekse kültürel ortaklıklarını kullanarak oradaki burjuvaziyi destekleyerek hegemonya kurmaya çalışan hükümet, kendi çapında Ortadoğu’da bağımsız bir yol çizmeye ve bölgesel hakimiyetini kurmaya çalışıyordu. AKP, Libya’ya NATO müdahalesine destek vermediği takdirde gerek ABD’nin kendisine Ortadoğu’da rol vermemesinden ve Libya’da NATO müdahalesinden sonra pay kapamayacağını görünce anında rotasını değiştirdi ve Libya’ya müdahaleyi destekledi. Emperyalistler, kendi çıkarları doğrultusunda TC’nin her türlü rolü oynamasını istemektedirler. AKP hükümeti bu noktada emperyalistlerin verdiği her türlü rolü yerine getirmek için çabalamaktadır. Suriye’deki halk hareketlerinde “USTACA” davranan AKP, Suriye’yle, halk hareketi başladığından bu yana gergin ilişkiler kurmaktadır. Şam yönetimine verdiği nasihatlerle ve Hatay’a yerleştirdiği mültecilerle elini güçlendirmeye ve olası bir Suriye’yle savaşa zemin hazırlamaktadır. Türkiye egemenleri, Ortadoğu Projeleriyle bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmek isteyen emperyalistlerden rol kapmaya ve bölgesel hegemonya olma konusunda yitirdiği konumunu askeri müdahalelerle yeniden kazanmaya çalışmaktadır. Bu doğrultuda diğer emperyalistlerin izni/onayı doğrultusunda Suriye’ye askeri müdahalede bulunacaktır.
Suriye’ye askeri müdahalede bulunmak İran’la da karşı karşıya gelmek, Ortadoğu’da azımsanmayacak miktarlarda sermayeleri olan Çin’le ilişkilerin bozulması demektir. Ortadoğu’daki durum birçok açıdan yorumlanabilir. TC, Suriye’ye müdahale ederse artık Ortadoğu-ABD ve diğer emperyalistlerle siyaset dengeleri değişecektir. TC’nin bölgesel hegemonya olma yolunda en büyük hamlesi hepimizin bildiği “one minute”ti. Erdoğan Davos’tan sonra genelde Ortadoğu, özelde Filistin fatihi rolü oynamıştı. Mavi Marmara saldırısı, bölgenin askeri gücü olan İsrail’in Türkiye’ye öyle kolay kolay Ortadoğu’da bölgesel güç rolünü kaptırmayacağının bir mesajıydı. Bildiğimiz gibi TC ve İsrail’in askeri ve ekonomik ilişkileri vardır ve devam etmektedir. Bu politika Türkiye’nin Cumhuriyet kurulduğunda da, savaş devam ederken de uyguladığı kapitalizmin politikasıdır, “savaş başka, ticaret başka”dır. TC’nin İsrail’e yönelik “efe” tavırları bir tiyatro oyunundan ibarettir. Bu tespit Füze kalkanında somutlanmaktadır. Füze kalkanının teknik boyutu emperyalistlerin bir ülkeyle savaşı sırasında, savaşılan ülkenin füzelerinin hedefi vurmasını engelleme görevidir. Böyle bir durumda ilk hedef füze kalkanının olduğu yer yani Malatya-Kürecik olacaktır. Füze kalkanının Türkiye’ye kurulma sebebi Ortadoğu’ya yönelik müdahalede TC’nin hem emperyalist işbirlikçi bir ülke olması hem de coğrafi olarak Ortadoğu’ya yakınlığıdır. İsrail’in Ortadoğu’ya yönelik işgaline kalkan olmak için yapılmaktadır. Bu durumda AKP’nin iki yüzlülüğünü ortaya koymaktadır. “Komşularla gerginlik” politikasının bir diğer adresi ise Kıbrıs’tır. Güney Kıbrıs’ın Akdeniz’de petrol ve doğalgaz aramaya çalışması yapmak istemesi TC’yi harekete geçirmiştir. Sanki bugüne kadar Akdeniz’de petrol aramak akıllarına gelmemiş gibi hemen Akdeniz’e gemi gönderdiler. Arap Baharını fırsat bilip bu ülkeleri sömürgeleştirmeye, talan etmeye çalışan emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda hareket eden TC politikasını, sözde “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışına dayandırıp emperyalizm ve kapitalizm için “Yurtta harp, dünyada harp” demektedir. Egemenler her zaman yaptığı gibi, kendi çıkarlarını halkların çıkarı gibi gösterip meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bu savaşların faturasını ise savaşlardan hiçbir çıkarı olmayan işçi- emekçi çocuklarına canları pahasına ödetiyorlar.
Ve Kürtler…
Türkiye’de on yıllardır temel hak ve özgürlüğü için mücadele eden Kürt özgürlük hareketi bugün Türkiye’nin gerek iç gerekse dış politikasında kuracağı ilişkilerde belirleyici olma noktasına ulaşmıştır. Kürtler için inkar, imha ve asimilasyon; baskı, tutuklama, faili bilinen politikalar AKP döneminde de devam etmektedir. PKK- MİT, Öcalan-Devlet görüşmelerinde Kürtlerin temel hak ve taleplerini içeren maddeler kabul edilmiş olsa da, TC tarafından bunlar sözde kalmış ve savaş devam etmektedir. Bu bir devlet geleneğidir; kendisine isyan edenlerin kafasını koparmaya alışmıştır. Hiç başka bir yol denemeye razı olur mu? Tabi Kürt Özgürlük Hareketi bu duruma direnişle karşılık vermektedirler. Kürtler, Demokratik Özerkliğin kabul edilmesi için zorlamaktadırlar. Bunun için iki yol gösteriliyor. Bunlardan ilki ve öncelikli olanı barıştır. Barış karşılık bulmadığı takdirde ise Devrimci Halk savaşını devreye koyacağını söylüyor. Kara harekatı tezkeresini eline alan AKP, şimdi Irak, Suriye ve İran’la müdahalede ortaklık arayışına girecektir. Lakin bu noktada bu ülkeler nezdinde destek bulma olasılığı zayıftır. Ve yapılacak bir kara harekatı havadan yapılan saldırılar kadar basit değildir daha risklidir, tehlikelerle doludur. Kürt Özgürlük Hareketi İran ile ateşkes halindedir, bu durumda tüm savunma güçlerini kullanacaktır. Burada İran’ın rolü önemliydi. İran, TC ile ortak sınır ötesi harekata katılarak TC’yi ABD-NATO bloğundan kendi tarafına çekmek istedi, bunu başaramayınca da PKK ile ateşkes yapıp müzakere sürecine girdi. Emek, Özgürlük ve Demokrasi Blok’u seçimlerden sonra 36 milletvekilini meclise taşımayı başarmış, tutuklu vekillerin serbest bırakılmaması meclise gitmeme alternatifini hayata geçirmiştir. Blok şimdi meclistedir.Hükümetin ise bu demokratik tavra verdiği cevap KCK adı altında Türkiye’nin her yerinde tutuklama ve gözaltı olmuştur. Kürt Özgürlük Hareketi 12 Eylül referandumu ve sonrasında 12 Haziran seçimlerinde Türkiye sol hareketiyle birlikte hareket etmiştir. Oluşturulan Halkların Demokratik Kongresi devrimci demokratik dönüşümler için cephe niteliği taşımaktadır.
Yeni Rejimin Sonuçları İtibariyle…
AKP’nin demokrasi anlayışı burjuvazinin iktidarını güçlendirmektir ve bu yolda AKP için her yol mübahtır. Yeni rejim “ileri demokrasi”dir. İleri demokrasi ise;
Ortadoğu’da kapitalizmin daha da gelişmesi için Ortadoğu’da savaş demektir.
Türkiye’de ezilen tüm halklara baskı, zulüm, asimilasyon demektir.
İşçi sınıfı için gerek Türkiye, gerek dünya işçi sınıfının mücadeleriyle kazanılan hakların gasp edilmesi demektir.
Sosyalistler için komplolar kurup hapishaneye atmaktır.
Kadınların tecavüzcüleriyle evlendirilip yargı yükünü azaltmaktır.
Öğrenciler için katlanan harç zamları demektir. AKP’ye şunu sormak gerekir, “bu ne yaman çelişki?”
Türkiye’de her gün onlarca insan KCK operasyonu adı altında tutuklanmakta, demokratik taleplerini dile getiren her kesim sokakta gazla, copla yıldırılmaya çalışmaktadır. Bu anlamda Türkiye’nin bu durumu karşısında, AKP Ortadoğu’ya özgürlük götürmek adı altında savaşı meşrulaştırmaya çalışmaktadır.
Kapitalizm yaşadığı ekonomik krizlerin faturasını işçi-emekçi ve ezilen bütün unsurlara ödetmektedir. Bugün Ortadoğu’da hakların demokratik taleplerini istemelerinin oluşturduğu durumdan maksimum fayda sağlamak için, içine düştüğü krizi daha önce ABD’nin Irak işgalinde olduğu gibi bugünde Ortadoğu’yla savaşlarla atlatmak istemektedir. Bugün hem dünya ölçeğinde hem Türkiye’de savaşa karşı barışı, Orta doğu ve Kürt halklarına özgürlük! şiarını haykırma günüdür.
Bir Sonuç Olarak Öğrenci İşçilik (Mart 2012-Özgürlükçü Gençlik)
Türkiye’de eğitim sisteminin dayandığı felsefe, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne değin birçok kez değişikliğe uğramıştır. Cumhuriyetin yeni kurulduğu dönemde John Dewey’in kurucuları arasında yer aldığı, felsefi temelini pragmatizmden alan “ilerlemecilik” eğitim anlayışı zamanla değişmiş ve süreç içinde “daimicilik”, “esasicilik” gibi eğitim anlayışları da uygulanmıştır. Eğitim anlayışındaki dönüşümler, kapitalist gelişmeden ve bu gelişmelerin doğurduğu ihtiyaçlardan bağımsız düşünülemez. Eğitim felsefesindeki son dönüşüm ise 90’lı yılların sonu 2000’li yılların başından itibaren uygulanan “toplam kalite yönetimi”, “yaşam boyu eğitim”, “yönetim geliştirme” gibi kavramlarını sıkça duyduğumuz “yeniden kurmacılık” eğitim anlayışına dayanır. Bu eğitim anlayışının kavramları bize eğitimde yaşanmakta olan neo-liberal dönüşümün uygulanmasının esaslarını hatırlatır. Bu kavramlara baktığımızda, aslında bunların bir çoğunun fabrikaların çalışma dü zenine uygun kavramlar olduğunu ve eğitim sisteminin de bir fabrika gibi görüldüğünü görebiliriz. Eğitim sisteminin “girdi”si olan öğrenci, “süreç” ve “çıktı” aşamalarında işçiliğe hazırlanır, hatta bazı “süreç”lerde işçileşir ve patronların istediği bir “ürün” olarak mezun edilmeye zorlanır. Bu işçileşme sadece meslek liseleri ve meslek yüksek okullarına özgü değildir. Eğitim sisteminin, öğrencileri ucuz iş gücü olarak kullanabileceği bir düzeneğe sahip olması bir yönden, eğitimin paralı olması (sadece har(a)ç değil, eğitimin tüm giderleri) öğrencileri bir başka yönden işçileşmeye doğru itmektedir.
Öğrencinin Sosyal Yaşamı ve İşçi Sınıfı
Öğrenci gençlik hareketiyle, işçi sınıfı ve diğer toplumsal hareketler arasındaki diyalektik ilişkiyi yadsımamakla beraber, diyebiliriz ki, öğrenci hareketi devrimci hareketin en dinamik parçasıdır. Öğrenci gençlik, niceliksel olarak da devrimci hareket içinde azımsanamayacak orana sahiptir. Bu durumun sebepleri, genç olmaktan gelen dinamiklik, gencin önünde henüz yaşanmamış bir yaşam ol duğundan ötürü taşıdığı, bugünü sorgulama ve geleceğe dair müdahalede bulunma isteği olarak belirtilebilir. Ayrıca genç, toplumsal yaşamın rollerini, baskısını henüz kendisinden daha da yaşlı birine göre tamamen içselleştirmiş ve kabul etmiş değildir. Öğrenilmiş çaresizliği kabul etmemiştir. Peki sisteme karşı çıkarken sadece “aydın” bir birey olarak mı bunu yapar? Öğrenciler bütün bunları düşünürken, hayata geçirirken, kapitalist sistemin bütün uygulamalarını hayatlarında somutlarlar ve bu sisteme karşı mücadele ederler. İşte bu somutlamanın sebebi, işçi- emekçi bir üniversite öğrencisinin ezilen sınıfla kesişen, benzer olan sosyal yaşamıdır. (Burdan işçi-emekçi çocukları da işçidir, emekçidir gibi bir sonuç çıkmaz. Vurgulanan sosyal yaşam benzerliğidir.) Öğrencilerin daha fazla soru sorması, okuması devrimci harekete katılmalarının tek yönlü bir sebebi değil, sosyal yaşamlarıyla bu durumların etkileşimi sonucunda ortaya çıkan bir sonuçtur.
Öğrencinin Üretimle İlişkisi
Öğrenci hareketinde, öğrenci kimdir sorusuna verilen yanıtı, eğitim sisteminin ve doğal olarak ondan etkilenen öğrencinin değişen durumu bağlamında yeniden gözden geçirmek gerekir. Kavram olarak öğrenciyi ele aldığımızda; yaşamsal ihtiyaçlarını,üretimi kendisine ait olmayan bir değer tarafından finanse ettiğini ve karakterinin, küçük burjuvaziye benzediğini söyleriz. Lâkin bugün baktığımızda, yaşamsal ihtiyaçlarını kendisinin ürettiği değerle finanse eden öğrenciler-işçiler de vardır. Bu durumda öğrencileri toplumun temelde ayrıştığı işçi ya da burjuva sınıflarından birine yerleştiremiyoruz.
Mücadele Yönü Nasıl Olmalıdır?
Bu değişim beraberinde öğrenci hareketine yönelik, gerek teoride gerek pratikte farklı ihtiyaçları ortaya çıkarmaktadır. Değişen ihtiyaçların sonucu olarak, öğrenci gençlik hareketinde iki farklı hatalı anlayış vücut bulmaktadır.
Bu anlayışıların ilki; öğrencilerin işçileşme, işsizlik ve geleceksizlik gibi gerçekliklerinden yola çıkarak, öğrencileri “öğrenci karakteri”nden ve öğrenci olmanın getirdiği sınıfsal özelliklerinden kopararak, akademik – demokratik mücadeleyi bir yana bırakan, öğrenciden “işçi” çıkaran ve öğrenci hareketine işçi hareketi gibi yaklaşan anlayıştır. Bir diğer anlayış ise, öğrencilerin işçi sınıfıyla bağını kurmayan, onu sadece akademik demokratik mücadelenin öznesi olarak gören anlayıştır. Bu anlayışa göre; eğitimin piyasalaşmasıyla beraber, öğrenciler bugün geçmişe oranla sahip oldukları avantajlı konumu gittikçe kaybetmekte ve sosyal ayrıcalıklarını da bir çok alanda yitirmektedir. Öğrencilerin sınıfsal olarak, işçi sınıfından bağımsız ideolojik varoluşlarını gerçekleştirebileceklerini ve ellerinden alınan ayrıcalıklı konumları için mücadele etmeleri gerektiğini söylemektedir. Öğrencilerin işçileşmesi ve işçiliğin gençleşmesi, önümüze öğrenciliğin soyutlanmış tanımından farklı bir tablo çıkarıyor. Devlet üniversitelerinde ve meslek yüksek okullarında eğitim piyasayla bütünleşmekte ve okul/fabrikadan çıkan öğrenciler/ürünler, alıcı/patronların hizmetine sunulmaktadır. Eğitim, piyasanın beklentilerine göre şekillendirilmektedir.
Öğrencilerin işçileşmesi sonucunda, işçi sınıfıyla öğrenci arasında, ikisinin keşiştiği ve ne salt öğrencilerin akademik-demokratik mücadelesinin ne de öğrencileri işçi sınıfının bir parçası olarak görülerek yürütülecek bir mücadelenin karşılayamayacağı ara bir alan oluşmaktadır. Bu alanı kapsamak için de öğrenci hareketinde farklı mekanizmalara ihtiyacımız vardır.
Öğrenci gençliği salt “aydın bilinçli” insanlar olarak tanımlamak, onun sınıfla bağını koparmak ve öğrenci gençliğinin mücadelesini salt akademik-demokratik mücadele alanıyla sınırlamak, tıpkı öğrenci gençliğin akademik demokratik mücadelesini bir yana bırakıp öğrenciden “işçi” çıkarmaya çalışan anlayışta olduğu gibi günümüzdeki öğrenci gençliğin tanımlanması ve kapsanması açısından yetersizdir. Yapılması gereken, içinden geçtiğimiz sürecin bir geçiş süreci olduğunu kavrayıp, bugünkü dönüşümü doğru tahlil etmek ve mevcut sürecin iki boyutlu doğasını kavramaktır. Reel kaygılarla tek başına birine sıkışıp kalmak ya da sürecin ikili doğasını kavrayamayarak “öğrenci” eyleminin tarihsel karakterini bir kenara bırakıp salt dönüşüme odaklanmak sürecin ihtiyaçlarına yanıt üretmez. Öğrencilerin bugün içinde bulunduğu durum bize şunu gösteriyor; bir taraftan eğitim sistemi gün geçtikçe sermayeyle daha çok bütünleşiyor, öğrencilerin sahip oldukları haklar ellerinden alınıyor. Bunun sonucu olarak, paralı eğitim uygulamaları derinleşirken, diğer taraftan da öğrenciler, eğitim masraflarını karşılayabilmek için işçileşiyor ve eğitimin neo-liberal dönüşümünün bir sonucu olarak, ucuz iş gücü olarak sermayeye pazarlanıyor. Bu süreç bizi, iki yönde de mücadele etmeye zorunlu kılıyor. Bunun içindir ki, bir taraftan üniversitelerde özgür demokratik üniversite için mücadele etmeli(yani geçmişten gelen “alışkanlığı” devam ettirmeli) diğer taraftan da devrimin öncü gücü olan işçi sınıfıyla, öğrenci hareketinin bağını kurmalı ve işçileşen öğrencilerin işçi-öğrenci olmaktan ötürü bulundukları özgün duruma uygun hareket alanları yaratmalıyız(yani yeni duruma yanıt üretecek parola ve araçları üretmeliyiz).
[1] Kaynak: MEB, Milli Eğitim İstatistikleri 2008-2009, ÖSYM Yükseköğretim İstatistikleri 2008-2009
Üniversite Sanayi Kaynaşması Öğrenci-İşçilik (Aralık 2012-Özgürlükçü Gençlik)
Eğitim sistemi son süreçte sermayenin çıkarları doğrultusunda, öğrencilerin okula başlama yaşından mezuniyetine ve hangi alanda çalışacağına kadar değiştiriliyor. Bu değişim bugün başlamış değildir, 1980’lerde neo-liberal politikalarla başlayıp günümüze kadar uzanan bir süreçtir. 4+4+4 yasası ve onun üst kademelerini tamamlayacak olan Yeni Yükseköğretim Yasası taslağıyla, eğitim siteminin neo-liberal dönüşümü kurumsallaşarak devam etmektedir. Bu dönüşümün etkeni olan yasa öğrencilerin doğrudan işçileştirilmesi ve eğitimin sermaye ile ilişkisi bağlamında ele alınmalıdır.
4+4+4 ve yeni yükseköğretim yasası İlköğretim ve Ortaöğretim siteminin yapısı doğal olarak yükseköğretimin yapısını da belirlemektedir. 4+4+4’ten sonra yükseköğretim yasasının değiştirilmesi de tesadüf değildir. 4+4+4 eğitim sitemiyle beraber eğitim sisteminde eleme daha üniversite kapısına dayanmadan gerçekleştirilmek isteniyor. Orta okulu bitiren öğrencilerin meslek seçimiyle karşı karşıya kalması ve ortaokulu bitirdikten sonra da açıköğretim tercihi nin oluşu; gençliği, üniversite okuma sırası gelene kadar bir çok elekten geçirmiş olacaktır. Yeni Yükseköğretim Yasa tasarısı ile üniversiteler; Devlet üniversiteleri, Vakıf üniversiteleri, Özel üniversiteler olarak üç farklı şekilde tanımlanmakta ve yabancı ülkelerdeki üniversitelere de Türkiye’de fakülte kurma yetkisi verilmek istenmektedir. Daha önce Bologna Süreci tartışmalarında “üniversite-sanayi” işbirliği gibi tanımlamalarla üniversitedeki konumu kurumsallaştırmaya çalışılan sermaye yeni YÖK yasa tasarısıyla mütevelli heyetleri aracılığıyla üniversite konseylerinde yer alarak üniversiteleri doğrudan kendi çıkarları doğrultusunda yönlendireceklerdir. Sermayenin ihtiyaçlarına göre statüleri belirlenecek üniversitelerin bir kısmının
yönetimi için Üniversite Konseyleri kurulması hedeflenmektedir. Rektör atamaya kadar varan yetkilere sahip olacak olan konseyin 1 üyesinin ilin en çok vergi vereni yani en zengini oluşu alınan kararların sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde olacağının doğrudan göstergesidir. Devlet üniversitelerinde şirketlerin araştırma incelemeden, üniversitenin herhangi bir alanını kullanmaya kadar sermayenin hizmetine verilecektir. Vakıf üniversitelerden faklı olarak, YÖK’ün kararıyla kurulacak Özel üniversiteler, Vakıf üniversiteleri gibi hem eğitimi piyasalaştırma işlevini devam ettirmeleri hem de hiçbir engelle karşılaşmaksızın doğrudan şirket üniversiteleri olarak kurulabilmesi için, yeni YÖK tasarısı yasal işlev görmektedir.
Küreselleşen sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda da hem Türkiye’deki üniversiteler yabancı ülkelerde hem de yabancı ülkelerin de Türkiye’de üniversite şubesi niteliğinde fakülte, enstitü kurabilecektir.
Öğrencilerin İşçileşmesi Bağlamında
Neo-liberal politikaların uygulaması olarak Bologna süreci ve yasal dayanağı olan 4+4+4, yeni yükseköğretim yasa tasarısı, eğitimi ve emeği kendi çıkarları doğrultusunda iç içe geçirmeye çalışıyor. Bu iç içe geçişin bir yönü öğrencilerin esnek üretim sisteminde ucuz iş gücü olarak çalıştırılması iken, bir diğer yönü de eğitimin kendisinin emek piyasasıyla iç içe geçirilmesidir.
Öğrenciler ucuz iş gücü
Eğitimin gün geçtikte daha paralı hale gelmesi ve esnek üretim sistemi beraber düşünüldüğünde öğrenciler eğitim masraflarını karşılamak için piyasada ucuz iş gücü olarak çalışmak zorunda bırakılıyor. Öğrencilerin toplumda öğrenci ve genç olmaktan ötürü sahip oldukları “imtiyazlı” durum ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Özellikle üniversite öğrencilerinin “Aydın” kimliği, onun öğrenci olarak “imtiyazlı” oluşu, entelektüel faaliyetlere zaman buluşu ve sistemle olan bağlarının da zayıf oluşundan gelir. Öğrencilerin işçileşmesinin sonuçlarından biri olarak, kapitalist sistem öğrencilerin sistemle bağlarının zayıf oluşundan gelen, onların sisteme dışarıdan bakabilme ve bu doğrultuda muhalefet edebilme konumunu, onları üretime daha çok bağlayarak engellemeye çalışıyor. Öğrencilerin ders yükü ve sürekli YGS, KPSS, ALES vb. sınavlarla sınanması, öğrencilerin kendi artık zamanları üzerindeki denetimini zorlaştırıyor. Tüm bunların üstüne eğitimin paralı oluşundan ötürü eğitim masraflarının karşılanması için de öğrencilerin azımsanmayacak kısmı part-time işlerde çalışmak zorunda kalıyor. Esnek üretim sisteminde sadece öğrencilerin istihdam edildiği; marketler, mağazalar, çağrı merkezleri vb. piyasalar bulunmaktadır. Bu her iki durumda da öğrencilerin öğrenci olmaktan kaynaklı haklarına saldırıda bulunuluyor. Kapitalist
sistem hem eğitimi paralılaştırmasıyla hem de öğrencileri ucuz iş gücü olarak kullanmasıyla, öğrencileri sömürüyor ve onların üzerinde denetim sağlıyor.
Eğitim sistemi öğrencileri işçileştiriyor
Tüm muhalif güçlerin tepkisine rağmen yasalaşan 4+4+4 sistemi, öğrencilerin işçileşmesi bağlamında, eğitimin orta kademesinden sonra öğrencileri işçileşme ile karşı karşıya bırakıyor. Bu sistemden önceki haliyle genellikle kitle üniversitelerini besleyen düz liselerin sayısındaki düşüş, devlet liselerini temelde Meslek lisesi ve Anadolu lisesi olarak ayırmaktaydı. Anadolu liselerinin SBS puanıyla öğrenci alması sonucunda bu sınavdan yeterli puanı alacak eğitimi göremeyen işçi-emekçi çocukları doğrudan meslek liselerine kayıt yaptırmakla karşı karşıya bırakılmaktadır. Yaşanılan bu dönüşümden daha köklü bir dönüşüm olan 4+4+4 sistemi, daha katı bir geçişsizlikle orta kademeden sonra öğrencilere ya Açıköğretim ya da meslek lisesi seçeneğini sunarak her iki seçenekte de işçileşmekten başka bir seçenek sunmuyor.[2]
Üniversitelerin yapısı ise (üniversite konseyinde kapitalistlerin bulunuşu, özel üniversite adıyla şirket üniversitelerinin kurulması ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda üniversitelerin de küreselleştirilmesi) sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendiriliyor. Üniversiteler fabrikaya, öğrenciler de burada eğitim adı altında çalıştırılan işçilere dönüştürülmek isteniyor.
Öğrencinin Mücadele Alanları Genişliyor
Neo-liberal dönüşümler öncesi öğrencinin mücadele alanları akademik- demokratik alan olarak tariflenmekte ve öğrencilerin sergiledikleri mücadeleler; YÖK’e karşı olma ve daha da ötesinde işçi sınıfıyla “bağ” kurma amacı çerçevesinde şekillenmekteydi. Bugüne baktığımızda, öğrencilik ve emek iç içe geçmekte bununla beraber öğrenciler neo-liberal saldırılar sonucunda geleceksizlikle karşı karşıya kalmaktadırlar. Güvenceli bir iş sahibi ola-
bilmek açısından üniversite mezunu olabilmek yetersiz kalmaktadır. Neo- liberal politikalarla beraber hayata geçirilen “Yaşam boyu öğrenme” öğrencileri sertifika kurslarına mahkum etmekte ve bu kurslar sonucunda da güvenceli bir iş garantisi vermemektedir. Yani güvenceli iş bulma yolundaki harita her mezun için farklılaşmakta ve bulanıklaşmaktadır. Bizler üniversite öğrencileri ve mezunları; mezunu olduktan sonra yüksek lisans ve doktora yapsak, birçok sertifika da alsak, güvenceli iş bulmamız ve bizden yirmiotuz yıl önce mezun olanların çalışma ve iş güvencesi koşullarına sahip olamayacağımız bir gerçek. Bu toplumsal durumumuz bizleri neo-liberal politikalara karşı mücadelede işçi-emekçilerle aynı saflarda mücadele etmeye sevk etmektedir. Her ne kadar Türkiye’de üniversite ve sanayi kaynaşması henüz tüm eğitim sistemini kaplamış olmasa da güvencesizlik karşısında işçi ve emekçilerle aynı saldırılara uğramaktayız. Bizlerin işçi-emekçilerden farkımız, öğrencilik ile emek verme sürecinin iç içe geçirilme çalışmalarıyla (Bologna süreci, üniversite-sanayi kaynaşması) bu sürecin bizim için öğrencilikten başlaması ve bunun bir sonucu olarak da “imtiyazlı” konumumuzun ortadan kaldırılma sürecidir. Türkiye’de üniversite ve sanayi kaynaşması egemenler nezdinde müthiş karlar ifade etmekte iken bizler için de mücadele alanlarının genişlenmesidir. Nihayetinde bu sürecin nasıl şekilleneceğini belirleyecek olan öğrenci gençliğin mücadelesi olacaktır. İşçi sınıfı ve burjuvazi temelinde ayrışan ve bu temelle varlığını devam ettiren kapitalist sistem; hukukçuyu, öğretmeni, mühendisi, doktoru işçileştirerek bu sınıfsal ayrışmayı daha da keskinleştirmek istiyor. Bizler de her saldırı alanına karşı, karşı taktiklerle örgütlenmeliyiz. Bu sürece yön vererek ve örgütlenme alanlarımızı genişleterek hem bu sürece yönlendirebilir hem de öğrencilik sürecindeki muhalif kimliği ilerleyen zamanlara da taşıyabiliriz.
Bu süreçte yapacağımız; hem öğrencilik haklarımıza yapılan saldırıları öğrenci olarak örgütlenerek göğüslemek hem de, bir öğretmen, mühendis, doktor, avukat vd. olarak, sistemin bizi, üretim sisteminin çarkının bir vidası yapmasını engelleyecek düzeyde örgütlü mücadele etmektir.
[1] Öğrencilerin sınıfsal konumu için bkz: Kader Ortakaya, Bir Sonuç Olarak Öğrenci-İşçilik, Özgürlükçü Gençlik, Mart 2012, sayı 13, sf. 20-21.
[2] 4+4+4 ve eğitim sistemi için bkz: Serpil Savaş, İşler Hiç AKP’nin Anlattığı Gibi Değil; 4+4+4. Özgürlükçü Gençlik, Kasım 2012, sayı 14, sf. 21
Türkiye’nin Ortadoğu Hesapları Ve Kürtler (Mart-Nisan 2013-Özgürlükçü Gençlik)
Kapitalizmin ekonomik krizinin oluşturduğu güç dengeleri, Ortadoğu’ya müdahale ediyor. Bir taraftan ABD, AB ülkeleri ve bu ülkelerin ekseninde hareket eden Türkiye, Mısır, Arabistan, Katar; diğer tarafta ise Rusya, Çin, İran ve bu ülkelerin eksenine yakın olan Suriye, Maliki’nin Irak’ı, Şii Hizbullah’ı. Bu dengeler her ne kadar kırmızı çizgilerle ayrılmamış olsa da, her bir ülke kendi sermayesinin çıkarları doğrultusunda denge kuruyor. Emperyalistler, Ortadoğu halklarının özgürlük mücadelesini, kendileri açısından inisiyatif almak, bu dengelere göre hegemonya kurmak için bir fırsata dönüştürmeye çalışıyorlar. Ortadoğu, emperyalist ülkeler açısından mücadele alanı, alt emperyalist rolü oynamaya çalışan ülkeler açısından da bölgesel bir güç olabilmek için bir mücadele alanı halini almıştır. Ortadoğu’da bölgesel bir güç olmaya çalışan Türkiye, bir taraftan Ortadoğu üzerinde kültürel-dini eksende hegemonya kurmaya çalışıyordu. Ortadoğu halklarının özgürlük mücadelesi başladıktan sonra da hegemonyayı kültürel-dini eksenin üzerinde, askeri olarak da devam ettiriyor. Diğer taraftan da bu bölgedeki rakipleri Mısır, Katar, Suudi Arabistan ile rekabet ediyor. Suriye’deki süreç, emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda, karşılıklı olarak farklı eksenlerde konumlanan ülkelerin, bölgesel güç olma yolunda, bölgeye nüfuz etmeleri için onlara fırsatlar sunuyor. Türkiye’ye patriotların yerleştirilmesi ve Suriye’deki ÖSO diye tabir edilen silahlı guruplara ABD, AB eksenindeki ülkelerin destek sunması bu rekabetin sonuçlarıdır. Libya’daki emperyalist paylaşım trenini kaçıran Türkiye, aynı hatayı Suriye’de de yapmamak için Suriye’deki halkların özgürlük mücadelesine başından itibaren müdahale etmektedir. Suriye’de yaşanan süreç Türkiye’ye işbirliği yaptığı ABD, AB ülkelerine, kendisinin kapitalizmin çıkarlarını ne kadar iyi savunabileceğini göstermesi bakımından bir fırsat sunuyor. Türkiye’nin Suriye karşısındaki saldırganlığının bir sebebi budur. Bir diğer sebep ise “Kuzey Suriye” yani Batı Kürdistan’dır (Rojava).
Suriye’de Yaşanan Süreçte Rojava Kuruldu
1.Dünya Emperyalist paylaşımda Kürt coğrafyası Kürtlerin bütünlüğü göz önünde bulundurulmayarak 4 parçaya bölünmüştü. Kürtler yıllardır dört parçada da hakları için mücadele ediyor. Irak’da, Kürdistan’ın güney parçasında ekonomik çı- karlarına göre denge kuran federal bir yapı mevcut. Türkiye ve İran’da mücadele sürüyor. Yaklaşık 1,5 yıldır Suriye’de yaşanan süreçte Batı Kürdistan kuruldu. Kürtler Rojava’da bir taraftan emperyalistlerin güdümünde hareket eden güçlerle diğer taraftan da rejim güçleriyle mücadele ediyor. Suriye’de Kürtler, 1968’de Baas partisi iktidarından bu yana, yoğunluklu olarak asimilasyon politikalarına maruz kaldı. Kürtçe yasaklandı, Kürtler yerlerinden edildi, kimlikleri yok sayıldı. Çeşitli iskân politikalarıyla Kürtler asimile edilmeye çalışıldı. Kürtler bu inkâr ve imha politikalı karşısında mücadele ettiler, onlarca Kürt gerillada ve idam sehpalarında devlet tarafından katledildi.
Kürtler Suriye’de yaşanan süreci şimdiye kadarki birikimlerini kullanarak, özerkliği inşa etme yolunda değerlendirdiler. Gençliğin aktif olarak yer aldığı Halk savunma birlikleri, halkın oluşturduğu meclisleri oluşturuluyor. Yine haklın seçtiği görevlilerden oluşan mahkemeler kuruluyor. Komünler kurularak topraklar ortaklaştırılıyor ve gıda vb. sorunlar çözülmeye çalışılıyor. Eğitim, bölgede yaşayan diğer halklarında dilleri gözetilerek şimdilik Kürtçe ve Arapça olarak yapılması hedefleniyor. Rojava sadece Kürtler için değil bölgede yaşayan bütün halklar için demokratik özerkliği ifade ediyor. Kürtler Ortadoğu’da oluşacak dengelerde belirleyici rol oynamaktadırlar. Ortadoğu’ya dair politikası olan her ülke Kürtleri hesaba katmak zorundadır. Çünkü Kürtler Ortadoğu’da en güçlü örgütlülüğe sahip halktır. Kürtlerin Ortadoğu’da böyle bir güç olması Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik hesaplarını bozuyor. Türkiye, yıllardır yok saydığı, asimile etmeye çalıştığı, savaştığı bir gücün kazanımlarına tahammül edemiyor. Rojava’daki kazanımlar Kürtlerin diğer parçalardaki mücadelelerini de etkiliyor. Türkiye’nin Kürt halk önderiyle başlattığı görüşmelere Rojava’dan da bakmak gerekiyor. Ortadoğu’da Kürtlerin konumu, Türkiye’yi Kürtlerle müzakere etmeye zorluyor. Türkiye dış politikada zorlanıyor. Türkiye’nin hem iç hem de dış politikadaki birçok hamlesinde, Kürt sorunu Türkiye’nin karşısına dikiliyor ve çözüm için kendisini dayatıyor. Türkiye’nin ortaya koyduğu Kürt açılımı vb. taktiklerin her biri Kürt sorununun çözüm için kendisini dayatmasının sonuçlarıdır. Türkiye’nin ortaya koyduğu her çözüm projesi, Kürtleri asimile ve PKK’yi tasfiye planı olarak planlanıyor. Kürt halk önderiyle yapılan görüşmelerle, her ne kadar müzakere olarak gösterilse de, bu proje de Türkiye’nin Kürtleri asimile ve tasfiye hamlesi olarak hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Lakin Kürtler yıllardır biriktirdikleri mücadele deneyimleriyle bu sürece giriyorlar. Öyle gözüküyor ki işler Türkiye’nin planladığı gibi yürümeyeceğe benziyor.


