Yaşadığımız çağda sosyal değişim giderek hızlanırken sosyal gerçekliği kendine araştırma alanı edinmiş sosyal bilimlerin kritik bir önem taşıdığını söyleyebiliriz. Değişim sürerken mümkün gelecekler arasındaki seçimin toplumsalın tüm bileşenlerinin lehine olması yönünde sosyal bilimlerin kendine biçtiği misyon ise geçmişten beri tartışmalıdır. Gulbenkian Komisyonu’nun Sosyal Bilimleri Açın isimli kitaplaştırılmış raporu da sosyal bilimlerin içerisinde bulunduğu çelişkiler arasından bu sorumluluğu sahiplenmiş şekilde çıkmasının yollarını aramak ve öneriler sunmak için ortaya çıkmış. Rapor öncelikle sosyal bilimlerin tarihsel olarak ortaya çıkışını inceliyor, ardından güncel olarak içerisinde bulunan gerilimlere ve nedenlerine değiniyor, ardından öneriler sunuyor. Rapora göre sosyal bilimler, insan-doğa ikiliğini ve devlet-merkezciliği reddetmeli, evrensel-tekil arasındaki gerilimi aşmalı ve ana akımda kabul gören nesnelliği sorgulamalı.
Devrimlerin ve karmaşanın hakim olduğu ve halk egemenliğinin giderek norm haline geldiği 19. yüzyılda, sosyal ve siyasal dönüşümü belli sınırlarda tutmak ilahi ya da doğal düzen teorilerinin kapasitesini aşıyordu. Değişim örgütlenecek ve rasyonelleştirilecekse, ilk önce onun incelenmesi ve kurallarının anlaşılması gerekirdi. İstikrarlı bir toplumsal düzenin kurulma aşamasında, sosyal bilime duyulan ihtiyaç gün gibi ortadaydı. Fakat bu düzenin egemenlerin istediği sınırlar içerisinde ve yönde olması için kesin yasalara sahip olması tercih edilirdi, bu yüzden halihazırda yükselişte olan doğa bilimleri ve Newton fiziği bakışların odağına oturdu. Bilgi dünyasında sosyal prestij giderek spekülatif felsefeden Newtoncu bilime kaydı ve bu, Auguste Comte tarafından felseyle bilim arasında bir boşanma olarak ilan edildi. Sosyal bilimlerin mümkün olduğunca pozitivist çerçevede tutulmaya çalışılması ve felsefenin zamanın ruhuna uydurularak analitikleştirilmesine yol açtı. Comte “sosyal fizik” terimini canlandırırken siyasal endişelerini açıkça ortaya koymuştu. Toplumsal karmaşanın çözümü, teknokratik temelde buna uygun eğitim almış bir grup seçkin zekaya devredilecek ve “Devrim sonlandırılacaktı”.
On dokuzuncu yüzyıl tarihine bilginin disiplinlere ayrılması, bilgiyi üretenleri yeniden üretmek için meslekleşmesi ve kurumsal yapılara dönüşmesi önemli bir yer tutar. Burada kilise ile yakın ilişkisinden dolayı 16. yüzyıldan beri yıldızı sönen üniversitenin bilginin üretildiği başlıca kurumsal alan olarak yeniden canlandığına şahit oluruz. Bilgiyi disiplinlere ayırmakla aynı modern kapitalist iş bölümünde olduğu gibi daha etkin bir üretkenliğe yol açması amaçlanmış ve bu, disiplinlerin uygun görüldükleri epistemolojik tutumlara göre ayrıştırılmasıyla sonuçlanmıştı. Ayrıştırılan disiplinleri bir spektrum olarak incelersek uçlardan birinde ampirik olmayan bir faaliyet olarak matematiği, hemen onun ardından da deterministik karakterlerine göre doğa bilimlerinin fizik, kimya, biyolojisini görebiliriz. Matematiğin tam karşısına ise yine ampirik olmayan bir faaliyet olarak felsefeyi sonra da insan bilimlerini görüyoruz. İnsan ve doğa bilimlerinin arasında ise farklı alanlara bölündüğünde daha iyi anlaşılacağı düşündürtülen ve toplumsal gerçekliği inceleyen dallardan insan bilimlerine daha yakın olan tarihi ve doğa bilimlerine daha yakın olan sosyal bilimleri görüyoruz. Tarihi ve sosyal bilimleri insan ve doğa bilimlerine yakınlıkları bakımından birbirinden ayrıştıran epistemolojileri bakımından idiografik- nomotetik olmaları gerilimiydi. İdiografik derken her olayı kendi tekliği içinde betimleme özelliğine sahip olma (insan bilimleri gibi), nomotetik derken ise genel yasa oluşturma özelliğine sahip olma özelliğinden bahsedildiğini söyleniliriz (doğa bilimleri gibi). Sosyal bilime nomotetiklik atfedilmesi, değişen dünyada istikrar sağlamak için bu bilimlerin Sosyal Darwinizme ve toplum mühendisliğine elverişli olmasına yarıyordu.
Sosyal bilimleri etkileyen üç gelişme
1945’ten sonra ise sosyal bilimlerin bu yapısını derinden etkileyen üç gelişmeden bahsediliyor raporda. İlki ABD’nin II. Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın en güçlü ekonomisi olarak çıkması, tabii bunun siyasi ayağı soğuk savaş olarak ABD ve SSCB arasındaki hegemonya savaşının iki kutuplu bir dünya yaratmasıydı. Bu da Avrupa dışı dünya halklarının tarih sahnesine çıkışı demekti. İkinci gelişme ise savaştan sonra dünya nüfusunun o güne kadar hiç görülmemiş boyutta bir nüfus ve üretim kapasitesi artışı yaşamasıydı. Üçüncü olarak da ikinci gelişmenin ardında dünya üniversite sisteminin nicelik ve nitelik bakımından gelişmesi ve her coğrafyadan ve etnisiteden sosyal bilimcinin artmasıydı.
İlk gelişme sosyal bilimlerdeki Avrupa merkezciliğin kırılmasına yol açtı, fakat bu sefer de ezici bir güç kazanan Amerikan ekonomisi sosyal bilimlerin kurumsal yapısını tamamlayamadığı yerlerde sosyal bilirimlerin nomotetik yapısını vurgulayan yerlere yatırımlar yaptı. Avrupa dışı halkaların sahneye çıkışı ise sosyal bilimleri ABD’den başka coğrafyaları incelemeye ve buralarda gelişmeye yöneltti, bu da önemli bir akademik yenilik olan bölge araştırmalarına yol verdi: SSCB, Doğu Asya, Latin Amerika, Orta Doğu… Bölgeler kendi içinde kültür, tarih ve dil yönünden bütünlük gösterdiği düşünülen coğrafi alanlardı. Bir bölgeyi bütünlüklü olarak araştırabilmek için de birden çok disiplinin etkileşim içerisinde çalışması gerekirdi. Bu da 19. yüzyılda sosyal bilimlerin yapılandırılmasında görülen üç özelliğin sorgulanmasına yol açtı: Modern uygarlıkları inceleyen tarih ve nomotetik üç sosyal bilim ve modern olmayan dünyayı inceleyen antropoloji ve Doğu Araştırmaları ayrımı; geçmişi inceleyen tarih ile bugünü inceleyen üç nomotetik sosyal bilim ayrımı; nomotetik sosyal bilim arasında piyasayı inceleyen iktisat, devleti inceleyen siyaset ve sivil toplumu inceleyen sosyoloji ayrımı. Bu sorgulamaların sosyal bilimlerin örgütlenmesi üzerindeki etkisi önemliydi, sosyal bilimin bilgisinin keskin kurumsal sınırlarla belirlenmesinin yapaylığını açık ediyordu. Disiplinler arası örtüşmeler bunlar arasındaki keskin çizgileri belirsizleştirmeye ve tarihsel sosyoloji, iktisat sosyolojisi, politik iktisat gibi alt disiplinlerin oluşmasına yol açtığı gibi bu disiplinlerin “ayrılığını” korumayı amaçlayan yönetim bilimleri ve davranışsal bilimler gibi “disiplinler-arası” alanlar da çözüm olarak yaratıldı.
Kimin evrenseli?
Sosyal bilimlerde yerleşmiş olan ve bu gelişmeler etkisinde sarsılan bir diğer anlayış ise “evrenselcilik”ti. 60’lı ve 70’li yıllarda yükselen toplumsal muhalefet ve özellikle feminist hareket, “nomotetik” sosyal bilimlerin mekanik bir anlayışla her yerde ve zamanda geçerliliğini koruyan genel yasalarının çok küçük bir azınlığın görüşleri olduğunu iddia etti. Toplumun düzeni için önerdikleri evrensel çözümler de bu küçük azınlığın ideolojisinin egemen kalmasını sağlayan çözümlerdi. Avrupa’nın başarısını evrenselcilik olarak savunan bu sosyal bilim, 1970’lerde iktisadi faaliyette güçlü bir odak olarak yükselen Doğu Asya’nın Batı’nın siyasal egemenliğini zayıflatmasıyla da güç kaybetti.
İki kültür
Diğer bir değişim ise, 1945’ten önce oldukça güçlü olan “iki kültür” tartışmasındaydı. Sosyal bilimler doğa bilimlerine mi yoksa insan bilimlerine mi daha yakındı? En az Descartes’tan bu yana modern düşünceye yerleşmiş olan insan-doğa ikiliğini yeniden üreten bu tartışma sosyal bilimlerin doğaya artan bir saygı göstermesi yönünde, doğa bilimlerinin de evreni istikrarsız ve öngörülemez olarak görme, yani insana tabi bir otomat olarak değil, etkin bir gerçeklik olarak görülmesi yönünde aldı.
Bilim insanı tarafsız olabilir mi?
Söz konusu değişimlerden bir diğeri ise öznelliğin tam karşıtı olarak algılanan “nesnellik” tartışmasıydı. Sosyal bilimcinin sosyal gerçekliği fotoğraf çeker gibi algılaması ve aktarması gerekiyordu fakat bu anlamda bir “tarafsızlık” söz konusu olamazdı. Sosyal bilimci verileri, içerisinde bulunduğu sosyal gerçeklikten kaçınılmaz olarak döneminin dünya görüşünün ve teorik modellemelerinin onda bıraktığı etkiye göre çekerdi. Bu yüzden bu seçimin temeli tarihsel olarak kurulmuştu. Ve bilim insanlarının içerisinde bulunduğu dünyayı olduğu gibi yeniden üretmeleri beklenemezdi, elbette ki onu kendi ön kabul ve önyargılarına göre şekillendirecekti.
Sınırları aşmak
Modern bilimin disiplinlerinin birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış yapısından sıyrılmak birbiriyle bağlantılı karmaşık, girift yapılardan ve öznelerden oluşan dünyayı anlamayı zorlaştırmak yerine daha iyi bir hale getirecektir. Rapor, sosyal bilimlerde iş bölümü düşüncesini tamamen reddetmiyor, bu bilimsel enerjiyi verimli bir şekilde kullanmak açısından faydalı olabilir. Önemli olan faaliyeti mevcut disiplinsel sınırlara takılmadan sürdürmeye alan açan bir örgütlenmeyi güçlendirmektir. Sosyolojik ya da ekonomik sorunlar yalnızca belli unvanları olan kişilerin tekelinde değildir.
Ütopyalar ve gelecek tahayyülleri insan davranışlarını etkilediği için daima sosyal bilimlerin ilgi alanına girmiştir. Mümkün gelecekler arasından seçim yapma meselesi siyasaldır ve elbette sosyal bilimler kendini buna açmalıdır. Fakat bu 19. Yüzyılda olduğu gibi bilim insanlarının yaşadıkları tekil olayları içerisinde bulundukları siyasal süreçlere taraf oldukları için evrenselmiş gibi göstermeleri şeklinde olmamalıdır. Asıl mesele dönemin geçici kısıtlamalarından kurtulup sosyal gerçekliğin tarihsel bir perspektifte yorumlanması, bilgi edinme ve üretme süreçlerinin sosyal ilişkilerin tüm karmaşıklığıyla birlikte bütünlüklü ele alınarak özgürleştirilmesidir. Sosyal bilimlerin etkisi insan yaratıcılığının yeryüzündeki somut tezahürlerinden biri olmalıdır.