Tahakkümün Kapitalist Biçimi Altında Üniversiteler

Kapitalizmin ve yönetim organının krizlerinin derinleştiği, ve onun temel varsayımlarına içkin eğilimlerinin aşırı bir biçim aldığı oranda, bu sosyal sistemin temelinde yatan çelişkiler ve onların sonuçları kendisini apaçık ortaya koyar. Bu anlamda, otoriter devlet pratiğinin ve sermayenin yapısal dayanağı olan (artı-değer) sömürüsünün derinleştiği bir dönemdeyiz. Emekçilerin, emeği üzerine söz sahibi olması ve sömürüye karşı örgütlenmesine yönelik saldırıların; devletin meşruiyetini ve rıza-üretimini sağladığı ideolojinin dışında kalan sosyal kimliklere ve düşüncelere karşı baskıların arttığı; her türlü sosyal/politik bilincin bu bağlamda homojenleştirilmeye çalışıldığı, eleştirel olanın düşmanlaştırıldığı; sermayenin ve devlet ideolojisinin belirlediği ilişkilerin dışında, bu anlamıyla bağımsız, özgün, yaratıcı her türlü sosyal ilişkilenmenin engellendiği bir dönemdir bu.

Böylesi bir toplumsal durumun bütün sosyal alanlarda, kesimlerde ve bireylerde çeşitli yıkıcı sonuçları var. Yakın dönem çarpıcı bir biçimde gösteriyor ki, gençlik ve üniversiteler bu etkilerden bağımsız değil.

Kapitalizm, her türlü insan etkinliği sürecini saf kâr elde etme temelinde şekillendirdiği; bir yanıyla oligarşik bir ekonomik yapılanma ve, bununla doğrudan ilintili olarak, hiyerarşik bir politik komuta zinciri —diğer bir deyişle, devlet— biçiminde politik alanı belirlediği gibi; üniversitelerde üretim (araştırma) ve dağıtım (eğitim) sermaye ve yönetici ideolojinin kendisini var edebileceği bir biçimde kendini gösterir.

Sözgelimi, her emek sürecinde olduğu gibi, araştırma sürecinde gerekli olan (hatta onun önkoşulu olan) yaratıcılık; anlamlandırma arayışı (merak); parçası olduğu toplumun ihtiyaçları gibi emek sürecindeki temel itici güdülerin yerini yabancılaşmış bir güdü alır: para ihtiyacı. Ancak bu ihtiyaç, kendi içinde yabancılaştırıcı olmaktan çok, paranın dolaşım biçiminden ve kapitalist toplumun koşullarına göre belirlenen dağılımından kaynaklanır.

Para, kapitalizmin varsaydığı dünyada, sermayenin taşıyıcısıdır: sermayenin sürekli genişleme ihtiyacına bağlı olarak dolaşımdadır; dolayısıyla onun akışı sermayenin en çok büyüyebileceği etkinliklere ve alanlara yönelirken, o alanları kapitalizmin temel eğilimleriyle dönüştürür. Diğer bir yanıyla, kapitalizmin hiyerarşik bir sosyal organizasyon oluşuyla, bir bireyin diğer bir bireye; bir sınıfın diğer bir sınıfa tahakküm kurmasının; özneleşmeye karşın bağımlılığın “maddi” taşıyıcılığında kendini gösterir. Onun dağılımı ise, tahakkümün ve yabancılaşmanın şiddetini etkiler.

(1) Bunun sonucu olarak, yaratıcılığın, merakın, ve kolektif ihtiyacın yerine, araştırma alanları sermayenin maksimum kârı elde edebileceği bir düzlemde belirlenir. (2) İlkine de bağlı olan dağılımı ise, kapitalizmin temel eğilimlerinin bir sonucu olarak (ki onun eğilimlerini onu değiştirmeden dizginleme arayışı Hidra’nın başını kesmek gibidir) eşitsiz bir biçimde vuku bulur.

Şunu da eklemeli ki, servet dağılımının az çok geniş olduğu bir durumda —yani göreli refahın az çok sağlandığı kapitalist toplumlarda bile— bunun ancak göreli artı-değer üretiminin toplumsal olarak yeniden-üretimin sağlanması ve sömürünün küresel ölçekte emperyal pratiklerle tesis edilmesiyle sağlanacağından, tahakküm ve hiyerarşi, şiddeti ya da biçimi değişse bile süregelecektir. Bu anlamıyla, kapitalist ilişkilerin temel yapısı olarak üreticilerin emek etkinliğini dolaylı bir doğrultuda, bu durumda kapitalistin (genel olarak üretim araçlarının sahiplerinin) sermaye birikimine yönelik artı-değer üretimi için gerçekleştirmesi ve üretim araçlarından kopartılması durumu aynı kalacağından, onun sonuçları da değişmeyecektir.

İlkinin bir sonucu olarak, araştırma yapılacak alanlar kâr odaklı belirlenirken; ikincisinin sonucu, bireysel ölçekte araştırmacının emek etkinliğinin üzerine tahakkümünde kendini gösterir. Bunun en şiddetli dışavurumu, iş güvencesinden yoksun bırakılmış, sözleşmeli çalışmaya mahkum edilmiş akademisyenlerdir: işi kaybetme korkusuyla daha fazla yayın yapabileceği yaklaşımıyla emek sömürüsünün yoğunlaştırıldığı bir durumdur bu — beraberinde ise, yaratıcılıktan yoksun, niteliksiz bir emek süreci ortaya çıkarken, akademi emekçileri sürekli bir korku ve depresyon ile boğuşur.

Dahası, yönetici ideoloji, sermayenin yapısal eğilimlerine paralel olarak, araştırmacıların üzerine bir karabasan gibi çökerken; araştırma alanlarını, ideolojik tahakkümlerini ve rıza üretim süreçlerine ket vuracak herhangi bir incelemeye izin vermeksizin, her şeyden önce ancak “her şeyin acımasız eleştirisi” temelinde yaratıcı bir emek olabilecek bilim yapma sürecine müdahalesiyle belirler.

Eğitim süreci de, kapitalist ilişkilere ve, uzantısı olarak, araştırma sürecine bağlı olarak etkilenir —zira, emek ürünü ve onun dağıtımı, klasik ekonomistler tarafından ne kadar keskin ayrımlarla kopartılmaya çalışılsa da, birbirlerine doğal olarak bağlıdır. Bu toplumsallıkta, bilginin içi boşalmıştır: bilginin ortaya çıkışının organik nedenlerinden (yaratıcılık, kolektif ihtiyaç vs.) soyutlanmış olarak, öğrenciler için bilgi, geleceklerinde, bilgiyle ilintili ya da ilintisiz, zorunlu olarak yapmaları gereken mesleklere dahil olabilmeleri için; emek pazarında kendilerini diğerlerinden ayrıştıracak, üretim-araçlarının sahiplerine (devlet, bireysel kapitalist, şirket vs.) kendilerini pazarlayabileceği bir sertifikayı almak için geçmeleri gereken eğitim sürecinde, bir sınavdan diğerine hatırlarında tutmaları gereken bir şey halini alır. Bilginin dağıtımını üstlenen üreticiler için ise; eleştirel özgürlüklerinin engellenmesiyle bilginin dağıtımı kısıtlanırken; özgünlükten ve yaratıcılıktan uzak olduğu ölçüde; ve eğitimin yapısal biçimi (bürokrasi; öğrencinin edilgen bir konumda olması vb.) gereği, bilgi aktarımı verimini yitirir. Dahası, araştırma sürecinin eğitim sürecinden koparıldığı; ve eğitimciler için eğitim sürecinin yalnızca bir emek-zamanı satma zorunluluğu olduğu ölçüde, bilgi aktarımı anlamını yitirir.

Bununla beraber, öğrencinin hangi insan etkinliği alanlarında emek etmek istediğinin de belirlenişinde de bu etkiler tayin edici olur. Özellikle Türkiye’de kapitalizmin ve yönetici organının krizlerinin derinleşmesi, diğer bir deyişle yabancılaşmanın ve sınıfsal çelişkilerin şiddetinin artması; bu belirlenimin, diğer bir deyişle insan emeği üzerine tahakkümün, keskinleşmesiyle sonuçlanır. Öğrenci, şu ya da bu bölümü, istediği için değil, “parası iyi olduğu” için okur.

Herhangi bir üniversiteye girmiş olsa bile, bölüşüm krizinin derinleşmesiyle beraber, öğrenci sürekli baskı altındadır: Aldığı burs, ya da ailesinden aldığı kısıtlı harçlık, ne beslenmesine ne de barınmasına yeter. Bir sosyal alan olarak üniversitelerde kendi kimliğini, özgün düşüncelerini paylaşması engellenir; dolayısıyla, aynı zamanda sosyal bir varlık olarak kendisini oluşturduğu bir alan olması gereken üniversitede, yönetici ideolojinin yeniden-üretim aracı olarak, öğrenci üzerine tahakküm kurar.

Yazar