Kapitalist sistem şiddetlenen çok yönlü krizleriyle sarsılırken tahakkümü altına aldığı dünyayı da kendisiyle birlikte sarsıyor. Egemenlerin bugüne kadar kapitalist sistemin krizlerini ve getirdiği sorunları kendi coğrafyaları dışında, steril bir alandan çözerek aşma gayreti artık sınırına dayandı. Derinleşen hegemonya kriziyle farklı blokların rekabeti etrafında şekillenen savaşlar gittikçe daha fazla aktörü içine çekiyor, çektikçe “alışılmış” bölgelerden çıkarak daha geniş bir ölçeğe yayılıyor.
Çin’in teknolojik ve ekonomik yükselişi ABD hegemonyası için tehdit oluşturmaya devam ediyor. ABD’nin ise küresel ve Orta Doğu’da bölgesel etkinliğini koruma-arttırma çabası ve bu eksende gelişen savaşların etkileri bütün dünya için ağır oluyor.
İkinci kez başkan seçilen Trump görevine; ekonomik güvenlik için bir gereklilik olarak Grönland’ın ve Çin kontrolünde olduğunu söylediği (aslında askeri anlamda da kritik öneme sahip) Panama Kanalı’nın ABD yönetimi altına alınması gerektiği, bunun için ise askeri operasyondan geri durmayacağını belirttiği konuşması ile başladı.
Rusya-Ukrayna savaşı, Rusya’dan alınan doğalgazın tamamen kesilmesiyle de Avrupa için ekonomik ve siyasal kalıcı bir sorun haline dönüşüyor. Sürekli savaş atmosferinin sebep olduğu göç dalgaları Batı’da huzursuzluk yaratıyor, güvenlik kaygıları artıyor.
Artık bir savaş coğrafyası olarak kabullenilen Ortadoğu’da Filistin direnişiyle birlikte ABD’ye göbekten bağlı İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırım niteliğindeki saldırıları da sürüyor. Lübnan’da Hizbullah’ın güç kaybı ve Suriye’de Esad rejiminin düşmesinden sonra sırada İran var. Orta Doğu’da yeni bir denklem kuruluyor, gerilim tırmanıyor.
Krizden Fırsata: Türkiye’nin Savaş Siyaseti
Rekabet egemenliğinde işleyen bir düzende krizler içerisinde açılan boşluklar emperyal hayaller içerisinde olan güçler için fırsat ve hareket alanları yaratıyor. Küresel üretim ve tedarik zincirindeki rolüyle uzun süredir önemli bir yer tutan Türkiye, emperyalistler arası bu boşluklardan bir alt-emperyalist güç olma hedefiyle ilerliyor. Türkiye’nin esas olan bu gayesi; Afrika’da bir süredir yaptığı yatırımlarla geliştirdiği ticari ilişkiler, -2011’de sınır güvenliği gerekçesiyle Suriye iç savaşına dahiliyetinden sonra- Esad rejiminin devrilmesiyle birlikte hem paramiliter güçlerle dolaylı hem de kendi askeri gücüyle doğrudan Suriye’ye askeri ve siyasi yerleşim adına yaptığı hamleler ve aldığı inisiyatifle çıplaklık kazanmıştır. Bu çaba, küresel güçler ve Türkiye gibi bu boşlukları değerlendirmek isteyen diğer bölgesel güçler de göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin savaş eksenli politikalara eğilimini bir zorunluluk olarak açığa çıkarıyor.
Savaşa ya da egemenlerin tabiriyle savunmaya, iç ve dış güvenliğe, askeri alana ayrılan bütçe artıyor.
Türkiye’de savunma ve güvenlik sektörü için ayrılan ödenek sadece 2023 yılında 529 milyar tl iken 2025 yılı için açıklanan toplamda 1 trilyon 608 milyar lira.
Türkiye sermayesi bugün hiç yönelmediği kadar savaş sanayisine yöneliyor. Askeri sınai kompleks, militarist politikalar doğrultusunda gittikçe genişliyor.
Savaş sanayi aynı zamanda Türkiye sermayesinin birikiminin geldiği noktada yeni pazar açılımlarını dayatması itibariyle de sermaye için bir imkân. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) 2023 yılı için yayınladığı dünyanın ilk 100 savunma sanayii şirketi listesine ASELSAN 54, Baykar 69, TUSAŞ ise 78. sıradan girdi. Listedeki Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’a ait Baykar şirketi İHA ve SİHA üretimiyle biliniyor. Özellikle Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte artan İHA ve SİHA ihracatı Türkiye’nin savaş sanayi ihracatının büyümesinin en önemli bileşeni. İhracat aynı zamanda şirketin gelirlerinin %90’ını oluşturuyor. Bu detaylara bakınca Bayraktar’ın Forbes dergisinin 2024 yılında yayınladığı dünyanın en zengin insanları listesindeki Türkiye’den giren 33 kişi içerisinde 24. sırada olmasının kaynağı da anlaşılıyor.
Üniversiteden Mahalleye Milli ve Militer Yükseliş
Emperyal planlar çerçevesinde dışarıda yürütülen politikanın içeriden desteklenmesi, sanayide olduğu gibi eğitimden medyaya, özelden kamusala her alanın emperyal hayallerle uyum içinde gitmesi gerekiyor. Militarizmin ideolojik ve kültürel inşasıyla toplumsal alanda bir hakimiyet kurmak, (halkın temel ihtiyaçları yerine) savaşa ayrılan bütçe kabul edilebilir olmak zorunda. Savaş meşru, hatta gerekli görülmek; bu alanda çalışmak ve “yerli ve milli” savaş araçları üretmek istenir bir şey olmak zorunda. Ülke toprakları devlet geleneğinin yarattığı tarihsel anlayışla sahiplenilmeli, milli duygularla ve kaygılarla hareket edilmeli. Silahlanma olağanlaşmalı, içeride de sürekli savaş halini andıran bir kaotik toplumsal düzen normalimiz haline gelmeli.
Büyümenin rekabetle koşullandığı kapitalist sistemde üst düzey gelişim hiçbir alanda, sürekli yenilenen yüksek teknoloji olmaksızın sağlanamaz. Militarist çerçevede üniversitelere ve gençliğe biçilen misyon tam da bu: savaş sanayinin gelişimi için gerekli olan silah ve teknoloji üreticiliğini üstlenmek. Üniversiteler bu misyona göre yeniden dizayn ediliyor. İTÜ, ODTÜ gibi teknik üniversitelerde kurulan araştırma geliştirme merkezleri (Ar-Ge), Teknoparklar, ASELSAN Akademi programı, Savunma Sanayii Akademi tarafından yürütülen Vizyoner Genç projesi gibi faaliyetler; öğrencilerin fikirlerinin firmalara açılarak sponsor alabilmesi, akademi kapsamında aldıkları derslerin üniversitelerde kredili seçmeli ders yerine saydırılabilmesi, istihdam sürecinde avantaj sağlanması ve kariyer gelişimi olanaklarıyla pazarlanıyor. Gelecek kaygısı içinde seçeneksiz bırakılan gençliğe “geleceğin gençleri, gençlerin geleceği” için yapılan bu projeler cezbedici geliyor. Askeri teknolojik üretim ve eğitim bütünleşiyor, gençler militarizmle kaynaştırılıyor.
Gittikçe yayılan, bir süredir ülke gündemine oturan mahallelerdeki çeteleşmeyi militarizmin kültürel ve toplumsal alandaki yeniden üretimi bağlamında da düşünmek gerekiyor. Çeteleşmeyle kaotik atmosfer pekiştirilirken çeteler içerisinde özellikle yoksul gençlerin imreneceği figürler yaratılarak gençler silahlanmaya özendiriliyor. Bireysel silahlanma hiç olmadığı kadar artıyor. Türkiye’de raporlara göre sadece 4 milyonu ruhsatlı, 30 milyonu aşkın silah bulunuyor. Silahlanma yaşı ise 12’ye kadar inmiş durumda.
Gençlik; toplumsal hareketlerin içinde dinamik bir güç, devrimci hareket içinde öncü kadroların çıktığı bir kesimi oluşturmuştur. Bu anlamıyla devletlerin bu potansiyeli zayıflatmak adına çeşitli hamleleri olmuştur. Türkiye’de devrimcilerin beslendiği, yetiştiği, bir dönem iktidar olduğu mahallelerin özel olarak kuşatılarak çeteleşmenin bu mahallelerde yaygınlaştırılması, uyuşturucu ve silah ticaretinin hem alım-satım-dağıtım aşamalarının hem de müşteri kısmının gençlerden oluşması bir yandan gençlerin sol ile bağ geliştirmesinin önüne geçerken bir yandan da militer ögeler gündelik yaşamda daha yaygın bir olgu haline getirilerek yerleşiklik kazanıyor.
Türkiye’de milliyetçilik de bu kapsamda yeniden biçimlendirilerek yükseliyor. Militarizm ve militer unsurlar milliyetçilik dolayımıyla gençliğin gündelik hayatıyla iç içe geçerek toplumsal bir değer olarak kabul görmeye başlıyor. Teknokentlerde İHA ve SİHA’lar, üretilen askeri araçlar “yerli ve milli” birer gurur kaynağı şeklinde sunuluyor, üniversitelerdeki projelerin amacı “yerli ve milli üretim farkındalığı kazandırmak” ile açıklanıyor, üniversitenin ilk yılında gençlere Baykar damgalı çantalar dağıtılıyor.
Gençlerin süreklileşen belirsizlik, geleceksizlik ve güvenlik kaygısı içerisinde gelecek tahayyülü; “vatanına sahip çıkma” içgüdüsüyle güvenlik bürokrasisi çerçevesinde daha yüksek maaş imkânlarına sahip olduğunu da düşündüğü polis, ücretli asker olmak ya da savaş sanayi şirketlerinde çalışmak, zihin ve kol emeğini oralarda satmak oluyor.
Egemenlerin Rasyoneli, Bize Düşenler
Türkiye’nin bugün Suriye’ye girişi Osmanlı döneminden kalan bir hak iddiası söylemi üzerinden gündeme getiriliyor. Oysa farklı coğrafyalar tarihte her zaman farklı egemenliklerin toprakları olmuştur. Egemenlerin kendi çıkarları için hak iddiasıyla yürüttükleri savaşlar her yıl on binlerce insana dünyada cehennemi yaşatıyor.
Hakim sistem anlayışının pekişmesinin sebeplerinden biri de imkansız gibi görünen ama tek çözümü olan kapitalizmin büyük krizlerinin ve yarattığı sonuçların çözümünün daha basit, kolay kabul görülebilir ve anlaşılabilir, rasyonel gözüken popülist söylemlerle esas kaynağına değil daha güçsüz olana yöneltiliyor olması. Kitlelere başka bir alternatifin sunulamadığı ya da bu alternatifin mümkünlüğüne ikna edici bir siyasetin bulunmadığı bir ortamda, Zafer Partisi’nin aslında savaşların doğrudan bir sonucu ve mağduru olan göçmenleri bir sorun kaynağı olarak işaret edip gönderme vaadi, milli dürtüler de devreye girdiğinde tek çözüm alternatifi olarak geniş bir zeminde karşılık bulabiliyor.
“Hak edilen” toprakları almak, göçmenleri göndermek (yapılabilirlik tartışması bir kenara) hiçbir soruna çözüm olamayacağı gibi bunları bir çözüm olarak kabul etmek de hakikatin üstünü örtüyor. Sadece Türkiye’de değil, küresel çapta yaşanan “göçmen sorunu”nun, derinleşen yoksulluğun ve tüm bu diğer krizlerin bu kadar basit bir çözümü olabilir mi?
Egemenlerin sorunu kârın maksimizasyonu; çözüm, hatta tek seçenekleri ise daha fazla yağma, sömürü, mülksüzleştirme, savaş ve kaos. Egemenlerin rasyonalitesi içerisinde bize düşen ise daha fazla ekolojik felâket, göç, yoksulluk ve acı. Dünyanın en zenginleri listesine girenlerin serveti hayatların yıkımı, doğanın talanı, yeryüzünün yağması üzerinde birikiyor ve yükseliyor. Biz, bize düşen sorunları çözmek istiyorsak dünyayı kuşatan bu emperyalizmin ve dolayısıyla içkin olduğu kapitalizmin son bulması gerekiyor. Görece rahatlayacağımızı düşünerek içine yerleşmeye çalıştığımız koşullar sürüdürülebilir değil. İçinde bulunduğumuz gerçekliği kavrayarak bütün bu kriz ve sorunların içinden geçmek; Türkiye, Avrupa ya da ABD, nerede olursak olalım karşılaşmamızın kaçınılmaz olduğu bu sorunlarla yüzleşmek zorundayız. O kadar basit değil fakat bize düşen felâketleri ve bize dair iyi olan her şeyin yitimine sebep olan sözde çözümleri kabullenmekten daha zor da değil.
İlk olarak Özgürlükçü Gençlik Dergisi 2025 Bahar Sayısı’nda yayınlanmıştır.