En’ler Zamanında Vasat

Kapitalizm, küresel yayılımı mutlak bir sistemdir. Bir fay hattı gibi; şiddeti yeryüzüne çok yönlü bir yıkım şeklinde yayılır. Yaşamın bütününe nüfuz ederek, mutlak bir tahakküm düzeni kurar.

Stratejik mülksüzleştirme ve yoksullaştırma üzerinde egemenliğini yeniden ve yeniden üretir.

Bir anlamda yaşama ilan edilmiş bir sürekli savaş halidir.


Ocak ayında yayımlanan 2024 OXFAM raporunun her satırı bu savaşa bir çağrı niteliğinde; yoksulların savaşına! Kapitalizm tarihinde eşitsizlik hiçbir zaman bu düzeye ulaşmamıştı.
Dünyanın en zengin %1’i küresel zenginliğin %43’ünü elinde tutuyor.
En zengin beş kişi (Elon Musk, Bernard Arnault, Jeff Bezos, Larry Ellison ve Mark Zuckerberg), 2020’den bu yana servetlerini iki kattan fazla arttırarak 869 milyar dolara çıkardı.
Milyarderlerin tamamı ise 2020’den bu yana %34 (3,3 trilyon dolar) daha da zenginleşti. Zenginlikleri, enflasyon oranından üç kat daha hızlı arttı.

Dünya nüfusunun en yoksul yüzde 60’ını oluşturan yaklaşık beş milyar (4,77) insan ise daha da yoksullaştı. Türkiye’de durumlar farklı değil: En zengin 13 kişinin serveti (38.9 milyar dolar), nüfusun yarısının toplam servetinden daha fazla. En zengin %1’in serveti, en yoksul %90’ın servetinin 1,4 katı.

Bu “saygın” servet sahipleri, daha fazla coğrafyayı sömürgeleştirerek; dünya nüfusunun daha büyük çoğunluğunu mülksüzleştirip proleterleştirerek; çocuk, göçmen, kadın emeğini köleleştirerek; birçok hak gaspı, güvencesizleştirme, sendikasızlaştırma politikalarıyla; teknolojiyi-bilimi bu kapsamda geliştirerek; burjuva hukukunu dahi erozyona uğratarak askeri müdahaleler, darbeler ve daha birçok yöntemleri kullanarak bu denli zengin ve muzaffer oldular.

Doğanın “Sürdürülebilir” Yıkımı

Sermaye, sonsuz kârına odaklı çarklarını sonlu gezegenimizin kendini yenileme hızından 3 kat hızlı bir şekilde döndürüyor. Başka bir deyimle 3 gezegen var gibi ürettiriyor, tükettiriyor.

IPCC’de bir tehdit olarak belirlenip aşılmaması hedeflenen küresel ortalama sıcaklıktaki artışın endüstriyel dönem öncesine göre 1,5°C sınırının aşıldığı tahmin ediliyor. 

Bunu kuraklık, sel, orman yangınları, salgın hastalıklar, en sıcak mevsimler gibi olgularla yaşayarak da görüyoruz.

Egemenler açısından kârlarının mutlak koşulu olan meta üretimini, dolaşımını, tüketimini sınırlayacak her türlü tedbir olası iklim felaketlerinden daha büyük bir tehdit.  Yok olması pahasına egemen olmadıkları bir dünyayı tasavvur edemiyorlar. 1.5 °C sınırı gibi, kendi belirledikleri hedeflere ulaşma konusundaki basiretsizlikleri ise egemenliklerini sürdürecek bir alternatif bulana kadar. Jamaika’da okyanus dibinde, Grönland’da eriyen buzullarda madencilik yapıp Pasifik yüzeyine solar paneller, RES’ler yerleştirmekte; kamu bütçelerini, yenilenebilir diyerek bu sermaye gruplarına aktarmakta oldukça mahirler. Bu gidişatın öngörülebilen sonuçları dahi bir çöküşü betimliyor.

***

Maddi Bir Güce Dönüşemeyen Yığınlar

Öte yandan dünya, hegemonya krizinin yarattığı gerilimlerle yükleniyor.  

ABD merkezli bir batı egemenliğiyle birlikte Çin’in ekonomik ve teknolojik büyümesi de devam ediyor. Bu rekabet, lokal savaşların daha geniş coğrafyalara yayılarak, vekalet savaşlarından doğrudan emperyal öznelerin içerisinde olduğu, askeri işgal biçimlerinin de olduğu çok yönlü bir şekilde üstelik küresel bir savaş olasılığının giderek güçlenmesiyle derinleşiyor.


Mevcut neoliberal politikaların bağrından çıkan bu olguların, kimi zaman yeterli olmadığı, kimi zaman aşırı olduğu gerekçesiyle ehlileştirilme arayışları olduğu görülüyor.

Geçtiğimiz birkaç yüz yıl doğayı yağmalayıp, insanları mülksüzleştirip, işçi sınıfını köleleştirerek bugünkü ekonomik ve askeri gücüne ulaşan şirketler ve devletler küresel emisyonlarını azaltacaklarını, dünya barışı için çabaladıklarını, demokrasi ve insan haklarının önemini vazetmeyi birer birer terk ediyor.
Kötü bir şakanın sonu gibi; artık gerçeklik karşısında oyalanması değil alıştırılması gereken yığınlar olduğunu düşünüyor olmalılar.

Küresel savaşların, soykırımların, köleliğin, nükleer silahların mahkûm edilemese de ayıplandığı bir yüzyılı geride bıraktık. Oysa bugün Filistin’de yaşananlar, İngiltere’nin göçmenleri bir yüzen hapishanede bekletip kara parçasına ayak basmadan Güney Afrika’ya göndermesi, savaş çağrılarının yapılması bu olguların yeniden gerçeklik kazandığını gösteriyor.  

Filistin için milyonları bulan eylemler, faşizm tehdidine karşı Avrupa’da düzenlenen protestolar, insanların Fransa, ABD, İspanya’da olduğu gibi seçimlerde (henüz) “faşist olmayan” adayları tercih etmeleri hatırı sayılır bir sağduyu olarak öne çıksa da; sınıf eksenli bir siyasal öznenin olmayışı, yığınların, ne kadar etkileyici olursa olsun maddi bir güce dönüşemeyen gösteri performanslarıyla sınırlı kalmasına neden oluyor.
Üstelik, faşizmin türlü suretlerle ilerleyişi ile bu sağduyunun ayartılması arasında oldukça geçişken bir sınır olduğunu düşünüyorum.


Küresel düzeydeki bu gerilimler toplumsal bir belirsizlik ve kaygı açığa çıkarıyor.
Bu koşullarda verili bir yoksulluk, belirli bir savaş dahi kitlelerce onaylanabilir hatta arzulanabilir hale gelebiliyor ve kitlelerin neofaşizmin tabanı haline gelmesi tehdidi açığa çıkıyor.

Türkiye’de faşizmin ilerleyişi

Faşizm Türkiye’de de bu anaforlar etrafında ilerliyor.

Sorunlar ortadan kalkmıyor, aksine derinleşiyor. İstihdamdaki daralma, özellikle büyük şehirlerdeki barınma krizi ve yoksulluk gibi olgular iktidarı zorluyor ancak bu sorunlar esaslı bir mücadele alanına dönüştürülmediği ve sonuç alınamadığı oranda iktidarın kendi meşrebince ürettiği çözümler, otoritesini tahkim etmesine, görece genişletmesine, sorunlarla birlikte egemenliklerini de devam ettirmesine ve bu sürekliliğin kendisinin insanlar üzerinde yıkıcı bir etkisi olmasına neden oluyor. Devlet tüm kurumlarıyla işçi sınıfının, gençlerin, kadınların doğanın karşısında. Kültür-sanat politikalarıyla, hamaset ile halkın öz gücünün ayırdına varması engellenip holdinglere dönüşmüş cemaatler, tarikatlar ile sabır telkin ediliyor. Yaşamı durduracak, fikirleri yığınların gündemine onların yaşamlarını da belirleyici bir şekilde sokacak, gücünü egemenlere dayatacak sınıf eksenli bir hareketin olmayışı bu ablukayı dağıtamıyor. Öyle ki, anayasanın ortadan kalktığı dahi bir gösteri siyaseti ile ilan ediliyor.

Bizim olağanüstü halimiz

İşçi sınıfı açısından kazanılmış ve anayasal olarak güvence altına alınmış grev hakkı, sendikal örgütlenme hakkı; Kürt halkının seçme ve seçilme, temel ifade özgürlüğü hakkı fiilen askıya alınmış durumda. Genel grevin yapılabilme koşullarını bir kenara bırakalım lokal grevler bile “milli güvenlik” gerekçesi öne sürülerek yasaklanabiliyor; belediyelere kayyumlar atanıp milletvekillikleri düşürülebiliyor. Depremden hemen sonra Dikmece’de, ardından Rezerv Alan Düzenlemesi ile ülkenin birçok yerinde özel mülkiyet hakkı dahi fiilen askıya alınmış durumda. Oturduğumuz evlere dahi çökmenin yasal hesabı yapılıyor. Can Atalay örneği bu bağlamda bir başka sıçramadır ve aslında tüm bunlar hukuk denilen şeyin mutlak bir şey olmayıp sınıflar mücadelesinin ritmi ile belirlendiğinin ifadesidir.

Olağan bir süreçte egemen normlar sivil topluma endekslenir, anayasa toplumun tüm kesimleri tarafından tanınan, kabul edilen bir konsensüs olarak görünür ve yüceltilir ancak sınıflar mücadelesi başka suretlerde devam eder.

Bugün bir olağanüstü devlet biçimiyle karşı karşıyayız. Olağanüstü devlet biçimlerinde muktedir, olağanüstü hal ilan etme gücüne sahip olandır. Egemenler bugün bunu ilan etme gücüne sahipler. Gündelik yaşamlarımızın dahi cehenneme dönüşmesinin bir nedeni de bu.
İşçi sınıfı ve ezilenler açısından bu olağanüstü durum, sermayenin ve kapitalist devletin varoluş koşulu olan meta üretimini, dolaşımını, gündelik yaşamın olağan akışını sekteye uğratmaktan geçer. Bunu yapabilecek yegane güç işçi sınıfıdır.

Nostaljiden de dayanışmadan da fazlası: İşçi gençlik

Küresel fabrikanın bir parçası olan Türkiye işçi sınıfı bugün gençleşmiştir.
Fabrikalar, depolar, plazalar, atölyeler, marketler, mağazalar, kafeler, bürolar, şantiyeler gençlerin hayatlarına çökerek ayakta kalıp yükseliyor.

Eğitimin niteliği de, şayet varsa öğrenci olmanın cazibesi de ülkeyi sermaye açısından ucuz emek cenneti haline getirip gençleri işçileştiren bu politikalarla doğrudan ilişkili. Bu ilişki üniversite yönetimlerinden dizaynına, yurtlardaki barınma koşullarından yenilecek öğünlere kadar belirleyici. Bu bağlamda bir asansör ya da yemekhane denetimi yalnızca neoliberal politikalarla sınırlı bir kâr sorunu değildir. Sermaye, kârının maksimizasyonunu yalnızca kısa vadede bizlere göründüğü basit biçimiyle değil aynı zamanda bir tercih yapmamızı gerektirecek yaşam biçimi dayatmasıyla hayata geçirir. Gençlerin üniversiteleri bırakıp çalışmak zorunda olmasının toplumsal meşruiyeti bu kapsamda inşa edilir. AKP’li yılların “okuyup da ne olunacak?” ifadesi gerçeklik kazanır.

İşte, böylesine çok yönlü hamlelerin iç içe ve aynı anda yapıldığı bu en’ler zamanında vasat/ortalama bir siyaset, özveri, eylem sonuç alıcı olmayıp günü kurtaracaktır. Bu vasatlıktan kurtulmanın yolu Anadolu’nun ve gençliğin bu gerçekliğini kavrayıp siyasetimizi de bu gerçeklik içinde inşa etmekten geçer.

Not: Bu metin ilk olarak Özgürlükçü Gençlik dergisinin 2024 bahar (Şubat 2024) sayısında yayınlanmıştır.

Yazar