Kendine Ait Bir Oda Üzerine

“Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır.”

Virginia Woolf’un 1928 yılında kullandığı bu cümle, günümüzde geçerliliğini korumakla beraber, kadınların güncel konumu ve ihtiyaçlarıyla birlikte yeni anlamlar kazanıyor. Bugün hala kadınların özgürce yazabildiği bir durum söz konusu değil. Kendine ait bir odası olup yazabilenler de erkek egemen sistemin altında başka biçimlerde ezilmeye devam ediyor.

Kendine Ait Bir Oda; toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, kadınların edebiyattaki konumuna etkilerinin incelendiği bir kitap olması sebebiyle feminist edebiyatın en önemli eserlerinden biri olarak görülmektedir. Bu nedenle Ege Üniversitesi Kampüs Cadıları olarak feminist okuma grubumuzda ilk kitabımızı Kendine Ait Bir Oda olarak belirledik ve kitap üzerine söyleştik. Söyleşimizde değindiğimiz temel noktaları özetleyerek yazıya aktardım.

Kadınlar ve Kurmaca Bilmecesi

Woolf kendi hikayesini anlatarak başlar kitaba. “Kadınlar ve Kurmaca” üzerine düşündüğü son iki günü anlatır okuyuculara. Ama bu iki günü başkasının başından geçmiş gibi anlatır, o da bir kurmaca yaratır. Tıpkı kendi hayatlarını, kitaplarında başkaları yaşamış gibi kurgulayan birçok kadın yazar gibi… Önemli olan isim değil, kendisi ve ondan önceki kadın yazarların ortak olarak deneyimledikleri kadınlık halleridir.

Cambridge Üniversitesi’nin daveti üzerine kadın öğrencilere “Kadınlar ve Kurmaca” konulu bir konuşma yapması gereken Woolf, konuşmanın içeriğine dair uzun süre düşünür. Üniversiteye ilk kez kabul edilmiş olan kadınlara seslenecektir; hem etkili bir konuşma yapmasının gerekliliği, hem de basit gibi görünen “Kadınlar ve Kurmaca” konusunun ağırlığı altında ezilir. Konuya ne şekilde yaklaşması gerektiğine bir türlü karar veremez, araştırma yapmak için okulun kütüphanesine gitmek ister. Kapıdaki görevli, kadınların tek başına kütüphaneye girmelerinin yasak olduğunu söyleyerek tanınan bir yazar olan Woolf’u içeri almaz. Bu olaydan sonra Woolf, “Kadınlar ve Kurmaca” konusunu, kadın yazarların sırf kadın oldukları için yaşadıkları zorluklar üzerinden ele almaya, tarih boyunca hangi şartlarda yazabildiklerini anlatmaya karar verir. Çünkü kurmaca metinlerin mutlaka hayatla bir yerden ilişki kurması gerektiğini söyler Woolf, kadınların hayatıyla yazım alışkanlıkları arasında bir paralellik arar.

Kadın ve Edebiyatın Kronolojisi

Böylece 16. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyıla kadar olan süreci kadın yazarlar açısından incelemeye başlar. O dönemde çok kez karşılaştığı, bugün bile sosyal medyada birçok erkeğin dilinden düşürmediği “Kadınlar madem erkekler kadar yetenekli, neden erkekler gibi çok sayıda ve kaliteli eserler vermemişler?” sorusuna örnekler vererek kitap boyunca bu soruyu detaylı bir biçimde cevaplar.

İlk olarak kadın yoksulluğuna değinen Woolf, 16. ve 17. yüzyıllarda kadınların çalışıp para kazanmalarının çok zor olduğunu, kazansalar dahi bu paranın kocalarının mülkiyetinde olduğunu yazar. Kadınların eğitim alamayıp erken yaşta evlendirilerek evlerine hapsolduğuna değinir. Yoksulluk ve güvencesizlik koşulları altında kadınların 16. ve 17. yüzyıllarda neredeyse hiç edebi eser yazamadığı görülür.

Shakespeare’in kız kardeşi örneği

Woolf, bu dönemde kadınların neden edebi eserler veremediğini vurgulamak adına kitapla özdeşleşmiş olan özgün bir örnek verir. “Shakespeare’in kendisi kadar zeki, yaratıcı ve akıllı bir kız kardeşi olsaydı acaba o da abisi gibi muazzam eserler üretip dünyaca tanınabilir miydi?” sorusunu sorarak Shakespeare’in kendisiyle aynı yeteneğe sahip bir kız kardeşi olduğunu hayal etmemizi ister. Woolf’un varsayımına göre; bu kız kardeş, Shakespeare gibi okula gönderilmez, dilbilgisi öğrenemezdi. Kitap okurken veya bir şeyler yazarken sürekli yaptığı iş bölünür, yemek yapması veya çorapları yamaması beklenirdi. Genç bir kadın olduğunda evlenmeyi reddetse de aile baskısından kurtulamazdı. Son çare olarak evden kaçıp çalışmak istediği tiyatroya kadın olduğu için alınmayınca canına kıyardı. Woolf’un dönemin koşullarından yola çıkarak kurguladığı bu hikayenin, gerçekliğin bir yansıması olduğunu görürüz.

18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında, sadece soylu kadınların ve orta sınıftan kadınların roman türünde kitap yazdıklarını görürüz. Bunun sebebi, bu kadınların belli eğitim olanaklarına sahip olup yazabilecekleri bir “oda”ya ya da sadece bir masaya sahip olmalarıdır. Gel gelelim ki, soylu kadınlar da ev işlerinden ve çocuk bakımından azade değillerdi, dolayısıyla yazdıkları yazılar sürekli olarak bölünüyordu. Bu yüzden zaman zaman başından kalkabilecekleri, uzun süre sonra oturup tekrar devam edebilecekleri roman türünde eserler yazıyorlardı. Evlerinden aile ziyaretleri haricinde dışarıya çıkmayan bu kadınların yazdıkları romanların da neredeyse hepsi aile ilişkileri ve ev hayatı üzerinedir. Bunca özveriyle, çabayla yazılan bu eserler o dönemin erkek yazarları tarafından küçümsenmiş, kadınların aklen ve bedenen aşağı varlıklar oldukları için iyi eserler veremeyecekleri dile getirilmiştir. Bunun karşısında, dönemin ünlü kadın yazarları Jane Austen ve Emily Brönte’nin cesur duruşunu Woolf şöyle ifade etmiştir: “Bütün o eleştirilerin karşısında, ataerkil toplumun ortasında, ürkmeden bakarak, kitaplarına sıkı sıkı sarılabilmeleri için kim bilir nasıl bir yetenek, nasıl bir tutarlılık gerekmişti.”

20. yüzyıla gelindiğinde, raflarda kadın yazarların neredeyse erkeklerle eşit sayıda kitabı bulunduğunu ve sadece roman değil; şiir, tiyatro gibi türlerde de eserler verdiğini aktarır Woolf. Kadın hareketinin yükselişiyle birlikte kadınlar yüzyıllarca tutsak edildikleri evlerden çıkabilmiş, farklı yerler görebilmiş, deneyimlediklerini daha özgür bir biçimde ifade edebilmiştir. Romanlarda ev hayatının dışına çıkılmış, kadın karakterler ön plana çıkarılmış, ilk defa eşcinsel karakterlere yer verilmiştir.

1928’den Bugüne

Son bölümde Woolf, hitap ettiği kadın öğrencilere korkmadan, erkeklerin ne düşündüklerine aldırmadan yazmalarını öğütler. Shakespeare’in tek bir sözcük bile yazamadan erken yaşta intihar eden kız kardeşi bütün kadınların içinde yaşamaktadır. Kendine ait bir odası ve sabit bir geliri olan bütün kadınların onu yaşatmak için özgürce yazmalarını ister.  Bulaşık yıkadığı ya da çocuklarına baktığı için orada bulunamayan kadınlara da bu fırsatı verebilmenin yine o kadınların elinde olduğunu söyler.

Kadınların yaratıcılığının artık oturdukları evlerin duvarlarını deldiğini ifade eden Woolf, kitapta şöyle bir öngörüde bulunur: “… yüz yıl sonra diye düşündüm, kadınlar artık himaye edilen cins olmayacaklar. Bir zamanlar kendilerine yasaklanmış olan bütün faaliyetlere ve uğraşlara katılabilecekler.”  Yaklaşık yüz yıl sonra, bugün Woolf’un hayal ettiği konumda değiliz. Kadınlar kutsal aile yapısına mahkum edilmeye çalışılıyor, patriyarkal kapitalist sistemin uygun gördüğü “makbul kadın” kalıplarına uyması isteniyor. Biz bu anlayışın karşısında feminist mücadelemizi verirken, kadınların her alanda olduğu gibi edebiyat alanında da var olmasının politik olduğunu biliyor ve vurguluyoruz. Kendine Ait Bir Oda kitabı bu bağlamda bizler için önemli bir kaynak olmaya devam ediyor, Shakespeare’in kız kardeşi mücadelemizde vücut buluyor, Virginia Woolf’unsunduğu feminist perspektif yolumuza ışık olmaya devam ediyor.

Yazar