Göçün ve Göçmenin Yüzyılı

”Bizi soyanlar göçmen ve yoksul değil, buralı ve zengin.”

Tarih boyunca insanlar çeşitli nedenlerden dolayı yaşadığı yerlerden ayrılmıştır. Göç kavramıyla ifade edilen bu durum, sadece göç eden kişileri değil; göç ettikleri yerleri ve toplulukları da çok yönlü etkilemiştir. Tarihin ilk dönemlerinden bugüne göçün başlıca sebepleri savaşlar, afetler, yeni devletlerin oluşması ve dağılması, daha iyi barınma ve beslenme koşullarına ihtiyaç duyulması olmuştur. Günümüzde ne kadar daha fazla karşımıza çıkan bir gündem olsa da aslında göç insanlık tarihine içkin bir olgudur.

Göçün çok çeşitli nedenleri olmakla birlikte en büyük nedeni savaşlardır. Ve bugünkü rakamların bize söylediğine göre dünya genelinde birçok sebepten ötürü yaklaşık 1 milyar göçmen bulunmakta. Dünya nüfusu hareket halindedir. Küresel çapta zorla yerinden edilen kişi sayısının 150 milyonu aştığı söyleniyor. Tüm bu veriler bağlamında 21. yüzyıl göçmenlerin yüzyılı olarak ifade edilebilir.

Göçmen, nedeni ve hukuki statüsünden bağımsız olarak ikamet ettiği ülkeden ayrılarak başka bir ülkeye giden kişi olarak tanımlanmaktadır. Göçmenlik tanımları içeresinde ise birkaç farklı nüans bulunuyor ve uluslararası hukuka göre göçmen, mülteci ve sığınmacı kavramları farklı durumları ifade ediyor.

Bulunduğu ülkeyi belli başlı nedenlerle isteyerek veya zorla terk eden, başka bir ülkeye gidip orada yaşayan kişilere göçmen (migrant), bulunduğu ülkede zulme uğrama olasılığı olduğu için başka bir ülkenin korunmasından yararlanan kişilere mülteci (refugee) statüsünde kabul edilmektedir.

Mülteci olup olmadığı henüz netleşmemiş kimseler ise sığınmacı (asylumseeker, defector) konumunda bekliyor.

Göçmenlik çatı kavram olarak kullanılmakla birlikte; her mülteci göçmenken her göçmen mülteci olarak değerlendirilmiyor.

Türkiye’de göç

Türkiye gerek coğrafi konumu gerekse de iç ve dış politikaları nedeniyle çok fazla göç alan ve göç veren bir ülkedir. Özellikle Ortadoğu’nun bir savaş coğrafyasına dönüştürülmesi ile göç gerçekliği daha da açığa çıkmıştır. Ve Avrupa’ya yönelen bu göçmen topluluğu bu ‘’göç krizini’’ tetiklemiştir.

2011 yılında fitili ateşlenen Suriye Savaşı derinleştikçe ülkedeki göç verme oranı da paralel olarak artmıştır. Türkiye Ortadoğu ve Avrupa arasındaki konumu nedeniyle göçmenlerin hem sığınma hem de geçiş yolu olmuştur, olmaya da devam ediyor.

Sadece Suriye’den değil, Afganistan’dan, Orta Asya’dan, Kafkasya’dan da gelen göçmenler hala Türkiye nüfusunun milyonlarını oluşturuyor.

Son dönemde Türkiye resmi rakamlara göre 4 milyon 643 bin göçmene ev sahipliği ediyor.

Burada iki farklı çerçeve ile inceleme yapmamız gerekir çünkü bir tarafta göçmenlik karşıtı, ırkçı söylemler ve saldırılar artarken, siyasi liderler neredeyse tüm politikalarını bu zemin üzerinden yükseltiyorken; diğer tarafta milyonlarca göçmen sermaye açısından ucuz iş gücü yığınını oluşturduğu için patronlar ellerini ovuşturmaya devam ediyor.

Dünya genelinde yükselen sağ siyaset, göçmen karşıtlığı ve ırkçılık Türkiye’de de özellikle Suriyeli ve Afgan göçmenleri üzerinden yürütülen politikalarla kendisini gösteriyor.

‘’Din kardeşliği’’ söylemleri ile başlayan süreç şimdilerde nefret ve şiddetle devam ediyor. Mayıs seçimleri boyunca Ümit Özdağ şahsında yükseltilen göçmen karşıtı söylemlerle ülkedeki tüm sorunların kaynağı Suriyeli göçmenler gibi lanse edildi. Ekonomi, eğitim, güvenlik sorunları ‘’göçmenler ülkelerine gönderilince çözülecek’’ sorunlar olarak anlatıldı.

İktidar açısından ise göçmenler özellikle ‘’Avrupa Birliği’ne karşı elde tutulacak bir koz’’ olarak görülüyor. Erdoğan’ın ‘’Açarız kapıları’’ diyerek AB’yi tehdit etmesi ama diğer yandan her göçmen başına AB’den 5 Milyon Euro fon alması da riyakar politikalar tablosunu açıkça gösteriyor.

Zonguldak’ta Afganistanlı maden işçisinin öldürüldükten sonra cesedinin yakılması, Özbekistan’dan Türkiye’ye gelen Nadira Kadirova’nın eski AKP’li milletvekili Şirin Ünal’ın evinde ölü bulunması, yılda en az 100 göçmen işçinin iş cinayeti ile hayatını kaybetmesi ve bu sayıların her geçen gün artması tesadüf değil. Aksine dünya genelinde yayılan göçmen emeğini daha da değersiz kılan ırkçı ve işçi düşmanı politikaların sonuçları.

Türkiye’deki göçmen nüfusu ucuz iş gücü niteliğiyle, çocuk iş gücü oranının fazlalığıyla sermaye açısından vazgeçilemez bir ‘’kaynak’’ oluşturuyor. Bu yüzden Arzu Sabancı ‘’Ülkemde mülteci istemiyorum.’’ derken öte yandan göçmen işçiler üzerinden ürettiği artı değeri de sağ cebine koyuveriyor. Her yıl düzenli olarak artan kar oranlarına bakılınca gerçek gün gibi açığa çıkıyor.

Ucuz çalışma ile birlikte güvencesiz çalışma koşulları seçeneksiz bırakılan milyonlarca göçmene öyle bir dayatılıyor ki göçmenler sadece Ege Denizi’nde değil aynı zamanda sermayenin çarkları arasında da can veriyor.

***

Tabi ki insan hareketlerinin çeşitli nedenlerle bu kadar artmış olması sınırların ortadan kalktığına eşit ve özgür dünyada yaşadığımız anlamına gelmiyor.

Sermayenin küreselleşmesi, giderek derinleşen eşitsizlikler, ekolojik krizler, afetler, savaşlar daha birçok sorunu beraberinde getiriyor ve daha fazla insanın kaçmasına, göç etmesine neden oluyor. Yani dünya üzerinde emperyalizmin ve kapitalizmin saldırganlığı artmaya devam ettikçe şu an yaşanılabilir yerler de yaşanmaz hale gelecek ve insanlar daha yaşanılır yerler bulma umuduyla yollara dökülmeye devam edecek. Göç olgusunun bugün ki haliyle en temel nedenlerinden birisi olarak kapitalizmi ve emperyalizmi işaret etmek zorundayız. Aynı zamanda göç tartışmalarına ve hareketlerine bir anti kapitalist içerik kazandırmalıyız.

Son olarak ise; hepimiz bir yerlerden göçtük ve hepimiz bir yerlere göçebiliriz. Göçün gerçeklikleriyle yüzleşmek ve eşit barışçıl, kardeşçe yaşamanın yollarını aramalı ve bulmalıyız.

Yazar