8 Şubat’ta İstanbul Üniversitesi rektörlüğünün “Duvarsız Üniversite” sloganıyla aldığı Beyazıt Kampüsü’nün ziyarete açılma kararı, geçtiğimiz ay boyunca sol içerisinde çokça tartışmaya konu oldu. Farklı sol yapı ve mecralar, solun teorik düzlemde büyük oranda hemfikir olduğu “kamusal üniversite” ve onun bir uzantısı olan herkese açık üniversite konseptine dair -bu tartışmalar dahilinde- farklı perspektifleri benimsedi.
Kaygılar
Bu gündemi bu kadar tartışmalı kılan en önemli faktör, rektörlüğün kararının olası sonuçlarına dair kaygılar. Günümüz siyasi ikliminde üniversitelerin halka açık hale getirilmesinin, üniversitelerin faşist çetelerin doğrudan müdahalesine açılması ve kadın öğrencilerin sahip olduğu sınırlı “güvenli alanlardan” birinin daha ortadan kaldırılması anlamına geldiği iddia ediliyor. Bu iddia yersiz değil. Bizler, saf değiliz ve iktidarın aygıtı haline gelmiş kayyum rektörlerin halkı eğitimle buluşturmak gibi bir derdi olmadığını biliyoruz. Peki benzer kaygılar, solun aslında yıllar önce tartışılmış ve oturmuş düşünleri hakkında sürekli gündeme gelmiyor mu? Örneğin mülteci politikaları tartışmalarında iktidarın cihatçılarla kurduğu ortaklık ve kadınların güvenlik kaybı, neredeyse bire bir aynı argümanlarla tartışılmıyor mu? Sol siyasetin ayırt edici özelliklerinden biri, politikasında ne kaygının, ne de yassı bir iktidar karşıtlığının belirleyici olmasına izin vermesiydi, hep öyle oldu. Feminist örgütlenmeler, bu tartışmalarda mültecilerin sınırdışı edilmesini değil erkek şiddetine karşı gerçek önlemlerin alınmasını konu etmişti. Şimdi ise her hafta tacizcilerin ifşalandığı üniversitelerin içinde güvenliğin sağlanması değil, kamusal olması hayali kurulan üniversitelerin halkın getirdiği tehlikelerden uzak tutulması tartışılıyor.
Sözde bilim yuvası olan üniversitelerin halka açılmakla birlikte mahvolacağı, her türlü insanın üniversiteleri işgal edeceği görüşü ise çok daha yaygın. Üniversitelerin ne pahasına olursa olsun öğrencilere özel bir alan olması gerektiği ve halka açılmaları durumunda üniversitelerin -sosyal hayatımızın çoğunluğunu geçirdiğimiz- sokaklardan bir farkı kalmayacağı düşünülüyor. Kayyumların atanması, özelleştirmeler, üniversitelerin sermayeye entegre edilmesi dahi bu “kapalı, apolitik, bilime adanmış üniversite” ilüzyonunu bozamıyor. Bir ilüzyondan doğdukları için bu endişelerin de haklılığı şüpheli. İnsanlar değişmeden uygulamaların değişmemesi gerektiği sanılıyor. Oysa insanların değişmesi için bu uygulamaların da değişmesi gerek. İnsanların sınıflara girip öğrenciyi fotoğrafa almaması için, bu insanların sınıflara da derslere de girebilmesi gerek.
Öğrenciler Ne İstiyor?
Beyazıt Kampüsü’nün kapalı kalması talebinde sunulan başka bir argüman, öğrencilerin kayyum rektörün kararını kabul etmemesi ve bu kararın meşru olmaması. Kararın meşruiyeti konusundaki kanı doğru, peki öğrenciler gerçekten “demokratik üniversite” dileğinin arkasındalar mı? Değiller. Öğrencilerin ezici çoğunluğu için üniversitelerin yönetim biçimi bir anlam ifade etmiyor. Üniversite çalışanlarının üniversite kararlarında söz sahibi olmasına ise doğrudan karşılar. Çoğu öğrenci için üniversitelerin kapalı kalması talebi, kapitalizmin eğitime uzatılmış meritokrasi yalanının mantıksal sonucu. Çalışan ve kazanan öğrenciler, sıradan insanlardan izole edilmiş bir ortamda sosyalleşmeye hak kazanıyor. Üniversitenin statüsü yükseldikçe izole olmak istenen insanlar sıradandan aşağılığa doğru ilerliyor ve izole olma talebi de kuvvetleniyor. Artık bu kazanma sürecine dahil olan ve yüksek bir puan kazanmak için zorunluluk haline gelmiş test kitapları, dershaneler ve özel eğitim ülkenin -yurtdışına kaçmak için fırsat arayan- geleceği çocuklar ve aptal halk karşılaştırması bozulmasın diye göz ardı ediliyor. Bu bakış açısının hiçbir geçerliliği yok ve bu bakış açısının arkasına, kimi haklı sebeplerle de olsa, dizilirken iki defa düşünmeli.
Mekansal Ayrım
Temelinde, kamusal üniversite tartışması bir mekansal ayrım tartışması. Yeterli parayı vererek on yirmi binanın etrafını dikenli tellerle kapatıp içinde şehirden ve sokaktan bağımsız, yaşanabilir bir hayat elde edebilirsiniz ve geliri sizin gibi bir hayatı yaşamaya yetmeyen insanların sizinle etkileşime geçmesi hakkında endişe etmenize gerek kalmaz. Üniversitelerin duvarları da bu sitelerin duvarları ile aynı görevi görür. Sosyo-ekonomik statü baz alınarak halk parçalara bölünür. Kısıtlı kesimlere sağlanan güvenliğin bedeli topluma zarar verecek derecede verimsiz kaynak yönetimi ve kalan herkesin daha güvensiz, sağlıksız, çirkin bir hayata mahkum edilmesi olur. Bir yandan da toplumun sorunlarının kaynakları -çalışanın kazanabileceği yalanıyla- ikinci, üçüncü, beşinci plana itilir. Kimi siteler gibi kimi üniversiteler de İstanbul gibi bir şehirde bulabileceğiniz herhangi bir ahenge sahip nadir yerlerdendir. Rastgele yerleştirilmiş binaların, arabalara kurban edilmiş alanların, yarısı kafelere eklenti olmuş dar kaldırımların arasında insan için üretilmiş mekanlardır. Bunları kitlelere yasaklamış olursunuz. Maalesef göz ettiğimiz hiçbir haklı kaygı da savunduğumuz şeyin özünün bu olmasını değiştiremez.
Güç Meselesi
Hemfikir olduğumuz konulardan biri şu: Eğer sol, eskisi gibi güçlü bir konumda olsaydı üniversitelerin açılmasının doğuracağı tehditler, bizim de erişimimize açılmasıyla defedilebilirdi. Üniversiteleri halka açmak, aynı zamanda onların politik bir arena olarak pekişmesine de yol açardı ve şu an bu mümkün değil. Peki biz, ilkelerimizin sistem içi uygulanabilirlikleri düştükçe sloganlarımızı kırpıyor muyuz? Anlık kısıtlamalarımıza göre mi siyaset yapacağız, yoksa kısıtlamalara rağmen mi siyaset yapacağız? Türkiye tarihinde solun en güçsüz olduğu dönemlerden birindeyiz. Bir strateji doğrultusunda belirlenmesi gereken taktiklerde kaygı siyaseti ve gündelik reflekslerin belirleyici rol oynadığı, siyasetin egemenleri durdurmaya yönelik karşı hamlelere kitlendiği bir durumdayız. Bu güç meselesi, git gide stratejiyi muğlaklaştırıyor ve çizgimiz ile ufkumuzun uyuşmadığı bir noktaya doğru ilerliyoruz. Her şeyin bir konfor ve kaygı problemi haline geldiği, toplumsal bağların giderek koparıldığı bu dönemde rotamızı stratejik çerçeveden şaşmadan belirlememiz gerekiyor.