Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar sizin için çok kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak…
(Sait Faik, Son Kuşlar)
İklim değişikliği, küresel veya bölgesel hava desenlerindeki uzun vadeli değişiklikler olarak tanımlanır. İklim değişikliği yeni bir şey değildir, yani iklim her zaman değişmiştir. Yeni olan, bu değişikliklerin yoğunluğunun muazzam derecede artmış olmasıdır. Özellikle 20. yüzyılın ortalarından bu yana, normalde binlerce yılda meydana gelecek hava desenleri, Sanayi Devrimi’nden beri eşi benzeri görülmemiş karbon emisyonları nedeniyle sadece birkaç on yılda değişmeye başlamıştır[1]. Bu nedenle, mevcut iklim değişikliğinin nedeni sürekli genişleyen bir sistemde enerji ihtiyacını karşılamak için başta petrol, doğal gaz ve kömür olmak üzere fosil yakıtların yakılması, bunun sonucu atmosferde yoğunluğu artan sera gazlarının dünyayı her geçen gün daha da sıcak bir yer haline getirmesidir. İklim krizi – ben bu ifadenin şu an içinde bulunduğumuz kıyametimsi durumu daha doğru yansıttığını düşünenlerdenim- ile mücadele doğrultusunda atılan adımlarda daima 1.5 derecenin kritik eşik olduğu vurgulandı. Bu kritik eşik krize yeni bir boyut kazandıracak geri beslenme mekanizmalarının devreye girmesi anlamında bir eşikti[2]. Ancak birçok bilim insanı artık bu kritik eşiği geçtiğimiz görüşünde. Yani bizi sadece daha kötü günler bekliyor- bir an önce gerçekten problemin kaynağını işaret eden, etkili adımlar atmazsak…
İklim krizi artık hayatımızın bir parçası. Eskiden kutuplardaki buzulların eridiği gerçeği etrafında dönen iklim krizi tartışmaları şimdi bizi evlerimizde buluyor. Bir anda kendini iklim krizine bağlı aşırı hava olayları yüzünden yerinden edilmiş halde bulan insanlar var hepimizin çevresinde. Seller, orman yangınları, kuraklıklar, kasırgalar… Hepsi aslında olagelmiş hava olayları. Farklı olan ise meydana gelme sıklıkları ve şiddetleri. Artık haberlerde her gün dünyanın farklı bölgelerinde meydana gelen sellere ve orman yangınlarına denk geliyoruz. Her yıl milyonlarca insan günlerce süren alışılagelmemiş sıcak hava dalgaları nedeniyle hayatını kaybediyor. Bu sayılar özellikle üçüncü dünya ülkeleri denilen yerlerde daha çok insanı açlıkla ve ölümle yüz yüze getiriyor. Her ne kadar sera gazı emisyonlarına daha az katkı yapıyor olsa da bu ülkeler ve halklar, iklim krizinin bedelini en ağır ödeyenler onlar oluyor. O zaman şu soruyu sormamız gerekiyor: neden iklim krizi hakkında bilgi sahibi olan “ayrıcalıklı” insanlar bu konuda adım atmakta ve sorumluluk almakta isteksiz davranıyorlar?
Farkında olmamız gereken en önemli sorunlardan biri de iklim krizine dayalı eşitsizliklerin sınıfsal, toplumsal ve mekânsal olduğu. Dünyanın her yerinde emekçiler ve toplumsal cinsiyet, etnik kimlik vb. sebeplerle ötekileştirilenler, kendilerini koruyacak imkanlara ulaşmaları engellenerek daha savunmasız hale getiriliyor. Bu yüzden toplumsal eşitsizlikler ekolojik eşitsizliklerle kesişir, ekolojik felaketler ve toplumsal felaketler birbirinden ayrı düşünülemez. Örneğin Pakistan’da muson yağmurlarının iklim krizi ile şiddetini artırması üç milyondan fazla insanın geçim kaynağını, yaşam alanını ya da hayatını kaybederek etkilenmesine sebep olmuştur. Ancak facianın bu denli büyük olmasının sebebini Pakistan’ın tarihsel olarak sömürgeleştirilmiş ve yoksul bırakılmış olduğu gerçeğinden ayrı değerlendiremeyiz. Kapitalist sistemin sermayecileri ve şirketleri rekor karlar elde ederken ürettikleri korkunç miktardaki emisyonlarla iklim çöküşünü hızlandırıyor. The Guardian çeşitli iklim araştırmalarının verilerine dayanarak küresel karbon emisyonlarının üçte birinden fazlasından sadece 20 şirketin sorumlu olduğuna dair bir haber yayımladı. Devletlere ait ya da çokuluslu bu şirketler sektörün ürettiği emisyonların iklim krizini hızlandırdığını ve milyonlarca insanın gelir kaynaklarını ve yaşam alanlarını kaybederek bunun sonuçlarına orantısız bir şekilde katlanmak zorunda kaldığını bilmelerine rağmen her geçen gün faaliyetlerini genişleterek sürdürmeye devam ettiler [3]. 2022’de yayımlanan IPCC raporunda bile bu konuya değinilerek “…iklim krizi beden, halk ve çevre sağlığını bozarak … tüm sektörlerdeki emekçiler, evde ya da tarlada çalışan kadınlar, geçimleri toprak ile doğrudan bağımlı köylüler ve halklar üzerinde katmanlaşmış olumsuz sonuçlar doğurur.“ dendi. İklim krizi kapitalist sistemin faaliyetlerini artırmasına bağlı olarak şiddetini artırdıkça dünyanın her yerinde emekçiler, emekçiler ve toplumsal cinsiyet, etnik kimlik vb. sebeplerle ötekileştirilenler neden olmadıkları iklim krizinden gelir kaynaklarını, yaşam alanlarını ve hatta hayatlarını kaybederek orantısızca etkilenmeye devam edecekler.
İklim Krizinin Toplumsal Cinsiyeti
Ancak ben bu kısımda özellikle iklim krizinin kadınları neden daha çok etkilediğinden bahsetmek istiyorum. Özellikle toplumsal cinsiyetin bu noktada payı çok büyük. Çünkü diğer her şeyde olduğu gibi toplumsal cinsiyet de iklim krizinin etkilerinden ya da iklim krizi ile mücadeleden bağımsız değil. Ancak iklim krizi ile mücadelenin toplumsal cinsiyet boyutunun uluslararası olarak tanınması aslında yeni sayılır. Konu ilk kez COP7’de (2001) gündeme geldi ve daha sonrasında 2007’de IPCC’nin yayımladığı raporda toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin iklim krizi ile mücadelede büyük bir farklılık yarattığından bahsedildi. 2014’te COP20’de toplumsal cinsiyet temelli politikaların uluslararası anlaşmalarda daha kararlı bir şekilde uygulanması gerektiği belirtildi. Paris İklim Anlaşması’nda tarafların iklim krizi ile mücadelelerinde toplumsal cinsiyet temelli politikaları esas almaları gerektiği vurgulandı ve bu da anlaşmayı iklim krizinin toplumsal cinsiyetle bağlantısını uluslararası düzeyde kabul eden ilk anlaşma yapıyor. Türkiye’de ise hemen hemen tüm çalışmalarda “iklim ve kadın” konusu göz ardı ediliyor. Doğrudan iklim mücadelesini hedefleyen toplumsal cinsiyet temelli çalışmalar olmadığı gibi iklim verileri de toplumsal cinsiyet temelinde ayrıştırılmıyor. [4] Bu yüzden uygulanacak politikalarda toplumsal cinsiyetin kadına yüklediği rollerin onları iklim krizi (ve hayatın diğer bütün alanlarında) nasıl dezavantajlı durumda bıraktığının farkında olunulması ve atılacak adımların da bunlar üzerine temellenmesi elzem.
Kadınların hangi sebeplerden dolayı iklim krizine bağlı felaketler sırasında ve sonrasında daha çok etkilendiği noktasına gelecek olursak başlıca bahsetmemiz gerekenler şu şekilde sıralanabilir:
- İklim krizi kaynaklı herhangi bir afet sırasında ve sonrasında kadınların maruz kaldığı cinsel taciz ve şiddet artıyor. Yani iklim krizi şiddeti körüklüyor. Ev içi şiddetin artmasının yanı sıra suya erişmek için bile saatler boyunca yol kat eden kadınların ve kız çocuklarının yolda tacize ve tecavüze uğradıkları da belgelenmiş korkunç bir gerçeklik olarak duruyor önümüzde[5].
- Afetlerde (iklim kriziyle bağlantılı olsun olmasın) kadınların ölüm oranlarının erkeklere göre kat be kat daha yüksek olduğunu gösteren veriler var. Hatta BM’ye göre, iklim krizine bağlı felaketlerde, kadınların ve çocukların ölüm riski erkeklere göre 14 kat daha fazla. Bunun temel sebebi ise toplumsal cinsiyetin kadına yüklediği rollerin kadının kendisini “feda etmesine” sebep olması.
- Kadınların özellikle afetler sonrasında yerleştirildikleri sığınakların güvensiz ve aşırı kalabalık olması, özellikle hijyenik bir ortamda hayatlarını idame ettirme şanslarının olmaması da bu sebeplerden biri. Özellikle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yüksek olduğu ülkelerde afet zamanlarında kadınların toplumsal hayattaki rolleriyle yeterli ve efektif bir sağlık hizmeti alabilme ihtimalleri arasında bir korelasyon olduğu gözlemlenmiş[6].
- Milyonlarca kız çocuğu iklim krizine bağlı afetler sonrasında evlendiriliyor ya da eğitim haklarından mahrum bırakılıyorlar. 2021’de pandemi ve iklim krizi gibi sebeplerle en az dört milyon kız çocuğunun okulu bıraktığı ya da bıraktırıldığı verisi var ve bu gerçekten korkunç bir rakam.
- Küresel olarak gıda üretiminin yarısını gerçekleştiren ve küresel Güney’de gıdanın %80’ini ekip hasat eden ancak verdikleri emek kadar söz sahibi olamayan geçimlik çiftçiler olarak kadınlar, kuraklığı, besleyici gıda eksikliğini, temiz suya erişimi ve doğanın tahribatını toplumsal cinsiyetin onlara yüklediği roller yüzünden erkeklerden daha fazla hesaba katmak zorunda kalıyorlar. Aynı sebeple kadınların ve kız çocuklarının iklim krizine doğrudan ya da dolaylı olarak bağlı olan gıda krizlerinde gıdaya erişimleri de erkeklere oranla çok daha düşük oluyor ve açlığa ya da yetersiz beslenmeye daha çok maruz kalıyorlar[7].
Bu ve bunun gibi onlarca sebep kadınların ve kız çocuklarının toplumsal cinsiyet eşitsizliğine bağlı olarak iklim krizinin etkilerinden neden daha fazla etkilendiklerinin kanıtı niteliğindedir.
Hegemonik İklim Siyaseti
Peki, biz bu sorunu yani emekçilerin, kadınların, Küresel Güney’de yaşayan ve her geçen gün iklim krizinin sonuçlarıyla baş etmede yalnız bırakılan halkların iklim adaletine erişememelerine dair sorunu çözmek için neler yapmalıyız? Öncelikle sorunu çözmek için sorunun kaynağını doğru tespit etmeli ve stratejilerimizi onun üzerine temellendirmeliyiz. İklim krizinin temeli diğer her şeyde olduğu gibi ataerkil, sömürgeci kapitalist sistemdir. Kapitalist sistemin önemsediği tek şey sonsuz şekilde genişleyen sermaye ve kardır. Kapitalist sistem karı artırmak için yalnızca emeği sömürmekle kalmaz aynı zamanda doğayı da sömürür. Sürekli yeni pazarlar arayışında olan sistem üretimi artırmak için her şeyin meta haline gelmesine temel hazırlamıştır. İnsan, toprak, emek, para… Sistemde her şey alınıp satılabilecek birer metadır. Bu da insanın insana, insanın doğaya, insanın kendisine yabancılaşmasını kaçınılmaz kılar. Peki bu sistem devam ettiği sürece bizim gerçek anlamda ekolojik yıkım karşısında zafer elde etmemiz gerçekten mümkün mü? Sorunun cevabı açık biçimde hayır!
Her yeni gün iklim krizine karşı mücadele etmek için hedefler belirleniyor, yol haritaları açıklanıyor. Hepsinin ortak noktası ise sorunun kaynağını doğru tespit etmeyen, sorumluluğu kapitalist sistem ve sermaye sahipleri yerine bireylere yükleyen, acilen eyleme geçilmesini teşvik etmek yerine 2030, 2050 gibi uzak geleceğe dair hedefler belirleyen ve bu yolla da iklim krizi ile mücadeleyi sürekli erteleyen “girişimler” olmaları.[8] Aykut Çoban İklim Krizi Nasıl Çözülür adlı kitabında bunu “hegemonik iklim siyaseti” olarak adlandırmış. Hegemonik iklim siyaseti, iklim krizinin sorumluluğunu bireylere yüklemeye çalışıyor. Karbondioksit salınımı azaltır, çöpünü geri dönüştürür, evine yalıtım yaptırırsan… çözümlerle sorumluluğu bireylere yüklerken, kapitalist sistemin ve sermayenin atmosfere saldığı sera gazlarını, fosil bağımlılığını, talan ettiği ormanları ve doymak bilmeyen kar hırsını görmezden gelir. Bize sistemin içinden çıkan yeşil yeni düzen, adil geçiş ya da net sıfır salım gibi programlar öneriliyor. Ancak bunlar da dünyadaki ekolojik tahribatın ve iklim krizinin, sermayenin doymak bilmez hırsının kesintiye uğratılmadan da çözülebileceği fikrine dayanan, şimdi radikal bir dönüşüm talep etmek yerine süreci yıllara yayan ve belirsizleştiren, sistemin karşısında yer almak yerine onun içinden çıkan birkaç programdan birkaçı[9].
Ekofaşizm
Sistem aynı zamanda daha “kırılgan” insanları yerinden etmekle kalmıyor, sorumluluğu onlara yükleyen söylemlerin oluşmasına da olanak sağlıyor. Günümüzde ortalama her yıl yirmi milyon insan iklim krizine bağlı aşırı hava olayları nedeniyle yerlerinden ediliyor ve “iklim mültecisi” oluyor. 2050’ye kadar 1.2 milyar insanın iklim mültecisi olma ihtimalinden bahsediliyor.[10] Bu önümüzde korkunç bir gerçeklik olarak duruyor. Çünkü bunlar sadece sayılar değil, onların hepsi sistemin sebep olduğu iklim krizi nedeniyle evlerini hatta belki ülkelerini, bununla beraber oradaki hayatlarını terk etmek zorunda kalan insanlar. Ve ne yazık ki gittikleri yerlerde de her zaman kucak açılarak karşılanacaklarının bir garantisi yok. Her geçen gün daha da yaygınlaşan eko faşist söylemleri buna dayanak olarak gösterebiliriz. Eko faşistler doğanın aşırı nüfus artışı nedeniyle tahrip olduğunu savunurken bunun faturasını da beyaz olmayanlara keserler. İklim inkarcılarından ayrılan başka bir tür eko faşistler ise iklim krizini reddetmeyen ancak bunu zaten iklim krizinden daha fazla etkilenen, yerlerinden edilen insanlara yükler. Sorunun “çözümü” olarak nüfus kontrolü ya da ırksal temizlik gibi adı üstünde faşist adımları benimserler [11]. Yıllar önce Yeni Zelanda’da bir camiye yapılan saldırıda 51 kişiyi öldüren katil yine bu savı kullanarak yaptığını haklı çıkarmaya çalışmıştı. İklim krizinin derinleşmesiyle bu gibi olaylarla ve söylemlerle karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. İklim krizinin bariz bir ırk ve “eko-öjenik” sınıf savaşının silahı haline gelme ihtimali de önümüzde duran kuvvetli varsayımlar arasında[12]. Jonathan Neale Fight the Fire adlı kitabında iklim çöküşünün sokaklara tankları, iktidara faşistleri getireceğinden ve onların nasıl yeşil bir dil kullanarak yeni ırkçı politikaları hayata geçireceklerinden bahsediyor.
“Çok fazla tükettiğimizi ve kemerleri sıkmamız gerektiğini söyleyecekler. Kemerleri sıkacak ve acı çekeceğiz. Bu da onlara berbat bir yeşil eşitsizliği hayata geçirmek için fırsat sunacak. İktidardakiler yeni ırkçı söylemleri sahiplenecekler. Aç evsizler ordusunu neden duvarın ötesinde tutmamız gerektiğinden bahsedecekler, neden onları vurmamız, boğulmaya terk etmemiz gerektiğinden… Neden onların düşmanlarımız olduğunu anlatacaklar, neden onlarla savaşmamız gerektiğinden…”[13]
Bunlar kulağa distopik senaryolar gibi gelse de hepsi tahmin ettiğimizden de olası. Etrafımızda bu sesleri duyuyoruz bile. Bu yüzyılın faşizmini iklim krizinden ayırmak mümkün olmadığı gibi faşizme karşı mücadelemizde de iklim krizine karşı mücadeleye hak ettiği yeri vermemiz gerekiyor. Bunun yolu da ırkçılığa, sömürüye, şiddete ve savaşa karşı bir araya gelmek ve devrim talebiyle sistem karşıtı eko sosyalist bir bakış açısı sahiplenmek; iklimi değil, sistemi değiştir diye haykırmaya devam etmek!
Anlamamız gereken en temel nokta ise şu: ayrı gibi görünen çeşitli baskılar (oppression) aslında birbiriyle ideolojik bir temelde bağlantılıdır. Bu yüzden de bir çeşit baskıya karşı çıkarken diğerlerine de karşı çıkmamız gerekiyor. Bu feminizm için de geçerlidir. Feminizm bir özgürlük mücadelesi olarak diğer tüm özgürlük mücadeleleri ile de dayanışmalıdır çünkü mücadeleler birbirini besler. Ve bizim asıl mücadelemiz sisteme karşı olmalıdır; bizi köle gibi çalışmaya mahkûm ederken insanca yaşamamız için gereken her türlü ihtiyaçtan ve en temel haklarımızdan bizi yoksun bırakan, kar hırsı yüzünden doğayı talan edip iklim çöküşünü hızlandırarak bizim ve gelecek nesillerin “gelecek hakkını” ellerinden alan bu sömürgeci sisteme karşı… Bu yüzden iklim krizi ile mücadele de feminist mücadele de sınıf mücadelesi de ortak bir zeminde buluşmalı: kapitalist sistemin sürdürülemez olduğu gerçeği zemini.
ÇÖZÜM: EKOSOSYALİZM
Bu yüzden eko sosyalist bakış açısını benimsemek sisteme karşı mücadele için hayati öneme sahip. Eko sosyalizm ekolojik ve sosyalist düşüncenin senteziyle ortaya çıkan sistem karşıtı bir alternatif. Bu radikal alternatif gezegenin ekolojik dengelerinin sisteme karşı çıkmadan sağlanamayacağını ve kapitalist sistemin sömürgeci ve sonsuza dek genişlemeci mantığının gezegenin ve insan hayatının öncelik haline getirilmesi ile taban tabana zıt olduğu görüşünü savunur [14]. Michael Lövy Radikal Bir Alternatif Olarak Eko Sosyalizm yazısında eko sosyalizmin toplumsal ve sınıf mücadelelerini, feminist mücadeleyi kapitalist sisteme karşı ortak bir zeminde birleştiren strateji olduğundan bahseder. Eko sosyalizm metalaşmanın, ekolojik yıkımın, baskıların, dışlanmışlıkların ve sömürünün ötesinde insana yakışır biçimde yaşayabileceğimiz, insan bedeninin ve doğanın sadece kâr amacıyla sömürülecek, yağmalanacak birer meta olarak görülmediği bir geleceği hedeflerken buna ulaşmanın yolunun da sistemi değiştirmekten geçeceğini savunur. Bunun yolu da doğa ile sermayenin çatıştığı yerde emeğin özgürleşmesini sağlamaktır. Emeğin özgürleşmesi ise üretimi yapanların üretim araçlarından ayrılmasının son bulması, mülkiyet ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve mülkiyetlerin müşterek üreticilere devri ile gerçekleşir[15]. Bu bilince ulaşmak bir süreçtir ve bu sürecin belirleyici faktörü mücadelelerin bir araya gelebilme potansiyelidir. Eko sosyalist bilince ulaşılmadığı ve bu bilinçle sistem karşıtı mücadeleye girişilmediği müddetçe kapitalist sistem insan emeğini de doğayı da sömürmeye devam edecek ve şimdi olduğumuzdan daha yaşanabilir bir gelecekten bahsedemeyeceğiz.
Son sözlerim de şunlar olsun. Gezegenimiz eşi benzeri görülmemiş bir ekolojik yıkıma maruz bırakılıyor. Bunu yapanlar kapitalist sistemin sermayecileri, bürokratları, politikacıları, milyonerleri… İklim krizinin olumsuz sonuçlarına orantısız biçimde göğüs germek zorunda olanlar ise emekçiler, kadınlar, köylüler, yerli halklar, gelecek hakkı elinden alınan gençler kısacası sistem tarafından farklı gerekçelerle dışlanan insanlar. Bu durumu tersine çevirmek de hegemonik iklim siyasetinin önerdiği gibi 20-30 yıl sonrasına dair politikalar yaparak olacak değil. Bunun için acil bir eylemlilik gerekli. İklim krizi sadece çevre meselesi değil, bir toplumsal adalet meselesidir. Bu yüzden de iklim krizi ile mücadele diğer mücadelelerden ayrı düşünülemez. İnsanın emeğini, hayatını, doğanın düzenini önceleyen sistem karşıtı eko sosyalist bakış açısı etrafında iklim, sınıf ve feminist mücadeleler birleşmeli ve insanca yaşayabildiğimiz; bedenlerimizin, emeğimizin ve yaşadığımız toprağın, havanın, suyun sadece kar için sömürülmediği bir gelecek için mücadele etmeliyiz! Çünkü karşı koyduğumuz sistem kabul etmek istemesek de güçlü ve yerleşmiş. Hatta öyle ki artık kendisine alternatif başka bir düzenin var olmadığı fikrini insanlara aşılamıştır. Tam da bu yüzden bir sistem karşıtlığı temelinde radikal bir dönüşüm talebiyle bir araya gelmeli ve hayalini kurduğumuz geleceği kendi ellerimizle inşa etmeliyiz çünkü bunu yapabilecek sadece bizleriz: kadınlar, emekçiler, ezilen halklar yani sistemin son demine kadar sömürdüğü insanlar.
[1] https://education.nationalgeographic.org/resource/climate-change/
[2] https://www.bbc.com/news/science-environment-67143989
[3] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-50001565
[4] Türkiye’nin İklim Politikaları Cinsiyete Duyarlı Değil (EkoIQ, 76. Sayı)
[5] https://tr.euronews.com/green/2021/11/09/5-maddede-iklim-krizinin-en-cok-kad-n-ve-k-z-cocuklar-n-vurdugunun-ispat
[6] Women, Gender Equality and Climate Change (Fact Sheet by the UN Women)
[7] Women, Gender Equality and Climate Change (Fact Sheet by the UN Women)
[8] İklim Krizi Nasıl Çözülür (Aykut Çoban)
[9] İklim Krizi Nasıl Çözülür (Aykut Çoban)
[10] Climate Refugees and Eco-fascism by Diana O’Dwyer
[11] https://pangeakolektif.org/blog/ekofasizmin-ayak-sesleri
[12] https://salvage.zone/editorials/the-tragedy-of-the-worker-towards-theproletarocene/
[13] Fight the Fire by Jonathan Neale
[14] https://demokratikmodernite.org/ekososyalizm-ve-toplumsal-hareketler/
[15] Eko sosyalizmi Düşünmek (Zeynep Ceren Akyüz)