Tam da 19 Mart günü, İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin Beyazıt’ta barikatı yıkmasıyla başlayan gençlik isyanının öncesinde, gençlik hareketinin krizi üzerine bir yazı üzerinde çalışıyordum. Hedefim bir süredir devam eden yenilgi halinin, özellikle de Erdoğan öncesine tanık dahi olmamış gençlik üzerinde yarattığı güvensizlik ve umutsuzluk haline odaklanmaktı. Gençliğin krizinin çözümünün ise bu umutsuz karanlığı aydınlatacak bir galibiyet ihtiyacında şekillendiğini söylemek gerekiyordu. Ancak 18 Mart gününde dahi bir sonraki gün Beyazıt’ta bir polis barikatının aşılacağını ve gençlikte umudu yeşertecek, güveni tazeleyecek galibiyetin gerçekleşeceğini öngörmek mümkün değildi. Galibiyetin ortalıkta gözükmediği (daha aslında sadece 1 ay öncesinde kalmış) o günlerde, yenilgi ortamında bu krizi aşmanın ve gelecekteki bir galibiyeti inşa etmenin imkanını tartışmak gerekiyordu.
19 Mart günü İstanbul Üniversitesindeki arkadaşlarımız bize ve tüm gençliğe bu galibiyet anını hediye etti. Ve aslında siyasetin ve mücadelenin neler başarabileceğini gösterdi. Zaten ardından da birçok şehirde ve birçok üniversiteden gençlik sokaklara döküldü, uçsuz bucaksız yürüyüşler örgütlendi ve birçok başka barikat aşıldı. Bunu yer yer korku duvarının aşılmasına bağlayanlar olsa da bence daha da önemlisi mücadele ile bir şeyler başarabileceğine yönelik inançsızlığın kırılması oldu. Boğaziçi tecrübesi bu konuda son derece çarpıcı bana kalırsa. Boğaziçi direnişinin en şiddetli seyrettiği, okulun içinden onlarca öğrencinin gözaltına alındığı, iki sıra arkadaşımızın aylarca hücrelerde yattığı dönemlerde dahi, bir akademik boykot asla örgütlenmemişti ve dersler neredeyse hep olağan şekilde devam etmişti. Bunun korku ile açıklanamayacağı açık, çünkü direniş olanca şiddeti ile sürüyordu ve gözaltılara, tutuklamalara rağmen geri adım atılmıyordu. Ancak bu sefer akademik boykot, sadece Boğaziçi’nde değil, birçok üniversitede (eksiklerine rağmen) başarı ile örgütlendi. Bence bunun en önemli sebebi ise siyasete duyulan güvensizliğin yerini siyasete duyulan yoğun ihtiyacın ve bir şeyler başarılabileceğine yönelik inancın alması oldu.
Umutsuzluğun ötesinde
Ancak gençlik sokaklara döküldükten ve barikatları yıktıktan sonra dahi, geçtiğimiz yılların yenilgilerinin hareket üzerindeki etkilerini görebiliyoruz. Gençlik hareketinin yıllardır içinde bulunduğu yenilgi atmosferi ve sosyalist hareketin de gittikçe zayıflaması ile beraber, sol bir süredir kitlelere gerçek bir alternatif sunabilme becerisini kaybetmişti. İnandırıcılıktan uzak ve karikatürize bir duruma düşmüştük. Bunun sonucunda da örgütlü gücümüzde önemli bir gerileme yaşandı ve gençlik sokağa döküldüğünde, belki de ilk kez bunun yönlendiricisi ve öncüsü doğrudan sol hareket olmadı. Örgütsüz ve hala örgütlenmekten çekinen, hareketin tüm siyasiliğine karşın bir çeşit siyasetsizlik maskesi takmaya çalışan bir kitle ortaya çıktı. Umutsuzluk atmosferi kırılmış olabilir, ancak bu durum kitlelerin kendiliğinden militan öncülere dönüşmesi anlamına gelmeyecektir.
Beyda Ceylan’ın yine bu sitede yayınlanan “Gençlik Yine Aldanmadı” yazısı aslında karşı karşıya olduğumuz potansiyeli ve kısıtlılıkları çok açık bir şekilde ortaya koyuyor.[1] Yazarın açığa çıkan kitlesel öfkenin şu an için ideolojik bir çerçeve içerisine girmediği ve politik bir önderliğin oluşmadığı vurgusu çok kritik. Sokaktaki gençlik öfkeli ve politize ama şu an için ne devrimci ne de faşist. Öfkelerini açığa dökmenin ve taleplerini dile getirmenin uzun yıllar sonra ilk kez bir yolunu buldular, ancak bunun alacağı biçim şu an için belirsiz. Ancak bu kitlesel öfkenin ideolojik bir biçim alması çok önemli, çünkü karşımızda uzun soluklu ve zorlu bir mücadele süreci var. Sokakta gördüğümüz kitlesel öfkenin de Beyazıt’ta kazanılan değişim umudunun da sönümlenmemesi için mücadele etmeliyiz. Yazının çözüm önerisi ise çok açık: Örgütlenmek, birlikte hareket etmek ve akıllıca hareket etmek.
Kazanımın Anahtarı Olarak Örgütlü Mücadele
Ancak yazıda bence en çarpıcı nokta “En azından savaşıyoruz, ses çıkartıyoruz, kendimizi geleceğine yön verebilecek özneler gibi hissediyoruz ve bu yüzden durmadan harekete çekiliyoruz.” vurgusu. Harekete geçen gençlik içerisinde bu özneleşme sürecinin ve kendi hayatları üzerinde söz sahibi olmalarının yarattığı coşku çok yoğun yaşandı bu süreçte. Ben de bu yazının devamında, özneleşme sürecine ve bu coşkuya referans ile örgütlenmeyi nasıl kavramamız gerektiğini ve kazanım ile kurduğumuz ilişkiyi tartışmaya çalışacağım.
Örgütlenmeyi sadece barikatı yıkmanın bir yöntemi, kazanım elde etmenin anahtarı olarak kavramamalıyız. Her sokak hareketliliği, hatta her devrimci durum, devrimci öznelerin en doğru tutumları alması durumunda bile somut durumdan kaynaklı yenilgiye uğrayabilir veya geçici gerilemeler yaşayabilir. Örgütlenmenin bir kazanım yolu, yapılması gereken bir fedakârlık olarak ifade edilmesi ve kavranması bu gibi yenilgilerin ve gerilemelerin sosyalist hareket üzerinde de gençlik hareketi üzerinde de etkisinin çok daha yoğun hissedilmesine sebep oluyor. Bu şekilde kavrandığı zaman kazanım elde edilme ihtimali düştükçe, bu “fedakarlığın” yapılması da anlamsızlaşıyor haliyle.
Bana kalırsa 19 Mart öncesinde gençlik hareketi olarak içinde bulunduğumuz kriz halinin en temel sebeplerinden bir tanesi de mücadele ile kurulan bu pragmatik ilişki idi. Mücadelenin gerekliliği, mücadelenin bize kazandıracakları üzerinden açıklanıyordu ve hala böyle açıklanmaya devam ediyor. Örgütlü mücadelenin kazandıracağı vurgusuna kesinlikle katılmakla ile beraber, bu vurgunun belli dönemlerde yeterli bir coşku yaratamadığı kanısındayım. Özellikle de günümüz gençleri olarak bizlerin hayatlarında bırakalım bir devrimci durumu, burjuva siyasetinde bir iktidar değişimini dahi görmediğini hatırlamamız gerekiyor. Son büyük halk hareketi olarak sayılabilecek Gezi Ayaklanması sırasında ilk veya ortaokul öğrencileriydik hepimiz. Ardından da her geçen gün iktidarını sağlamlaştıran AKP-MHP gericiliğine karşı her geçen gün daha da gerileyen bir sosyalist alternatifi gözlemledik.
Sosyalist siyaset tabiki de bir alternatif imkânı sunmak için mücadele etmeli ve kitleselleşmenin yolunun bu olduğunu hatırlamalı. Ancak bu alternatifin inandırıcılığını kaybettiği dönemler ve toplumsal gruplar olabileceğinin bilincinde olmamız gerek. Kişiliği mücadelenin gerileme döneminde oluşan günümüz gençliği için de 19 Mart’a kadar sosyalist alternatif neredeyse bir karikatür durumuna düşmüştü. Sosyalist mücadele yoluyla bir kazanım elde edilebileceği, örgütlü bir halkın yenilmeyeceği gibi anlatılar neredeyse gülünen birer slogana dönüşmekteydi. Sosyalist mücadelenin de ötesinde, siyasetin kendisi anlamsız bir uğraş gibi algılanmaya başlamıştı. Gençliğin apolitikliği efsanesinin kaynağını da aslında bu inançsızlıkta aramak gerek, gençlik siyasi meseleler ile ilgilenmediği için değil bir değişiklik yaratamayacağına inandığı için siyasetten uzak kalıyordu.
Ben 19 Mart’ın bu yönüyle de önemli bir kırılma yarattığını düşünüyorum. Şu an sosyalist alternatifin inandırıcılığından bahsetmek için erken. Ancak yine de gençliğin siyasi mücadele yoluyla bir şeyleri değiştirebildiğini görmesi bu konuda çok önemli bir adım. Bir şeylerin değişebileceğine inanmaya başlayan bu gençlere, ancak sosyalizm ile anlamlı bir değişimin başarılabileceğini göstermek de bize düşüyor. Ancak şu an içinde bulunduğumuz öfkeli, umutlu ve coşkulu atmosferin değişebileceğinin de farkında olmalıyız ve uzun soluklu bir mücadele için örgütlü mücadelenin gerekliliğine yönelik farklı bir bakış açısını da yükseltmeliyiz.
Onurlu ve Anlamlı Bir Yaşamın Yolu Olarak Örgütlü Mücadele
Birçok devrimci, en yakınlarından bile, boş hayallerin peşinden koştuğu ve bir hayal uğruna kendini yaktığı serzenişlerini duymuştur. Bizim bu hayalin boş olmadığı anlatmamız, devrimin güncelliğini açık bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor. Bunu sosyalist alternatifin inşası ve inandırıcılığını sağlama mücadelesi olarak görmeliyiz. Ama buna ek olarak ve belki de daha da önemlisi, insanca bir yaşamın ancak mücadelenin bir şekilde parçası olarak, bu insanlık dışı düzene boyun eğmeyerek yaşanabileceğini de anlatmamız gerekiyor. Mücadelenin bir parçası olmak yaptığımız bir fedakârlık değil, onur ve gurur duyduğumuz bir hayat tercihimiz olmalı. Bunun sürekli olarak hatırlanması özellikle daha zor ve karanlık dönemlerde, yenilgi atmosferlerinde hem kitlelerin mücadele ile bağının korunması için, hem de kadroların mücadele ile ilişkisinin yıpranmaması için çok önemli.
Beyazıt’ta gençlik polis barikatı ile beraber umutsuzluğu da yerle bir etmiş olabilir. Ancak önümüzdeki mücadele süreci uzun erimli ve zorlu. Özellikle Cevahir AVM önünde planlanan eylem gibi başarısızlık anları ve sürecin kesintiye uğradığı dönemlerde umutsuzluğun yayılmaması için doğru bir mücadele hattının örülmesi gerekiyor. Bunun için de mücadele etmenin kendi içerisinde değerli olduğunu hatırlamamız ve vurgulamamız gerekiyor. Devrimci kadrolar teorik yaklaşımları ve devrimler tarihine dair bilgileri dolayısı ile devrimin her zaman güncel olduğunun bilincinde olabilirler. Günümüzden çok daha büyük ve karanlık gericilik dönemlerinin ani bir devrimci dalga ile yırtıldığı sayısız dönemi hepimiz okuduk. Dolayısı ile bizim için devrimci mücadele anlamını ve gerçekliğini korumaya devam edecektir. Ancak hayatlarını gericiliğin hakimiyetinde geçiren gençlik için devrimin boş bir hayal, imkansıza yakın bir ihtimal gibi gözükmesi çok doğal.
“En azından savaşıyoruz, ses çıkartıyoruz, kendimizi geleceğine yön verebilecek özneler gibi hissediyoruz ve bu yüzden durmadan harekete çekiliyoruz.” vurgusu tam da bu yüzden kritik. Mücadele edip yenilebiliriz olsun, bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde mücadele etmek hayatta hissetmenin, anlamlı bir yaşamı sürdürmenin tek yolu. Aksi takdirde hayatımızın her anının kuşatıldığı, korkunç ve iğrenç olaylara şahit olduğumuz ve elimizin kolumuzun bağlı olduğu bir hayata mahkûm kalıyoruz. Başkaldırmak sadece başarıya ulaşınca değerli değildir, değerli olan şey başkaldırının ta kendisidir. Tüm bu baskılar ve yıldırma politikaları arasında bir araya gelebilmemiz, kol kola girip tam teçhizatlı polisin karşısında birbirimize güç verebilmemiz sonucundan bağımsız olarak hayatımız boyunca boyun eğmediğimizi bize hatırlatmalı. İşin ucunda yenilgi de olsa kazanım elde edilemese de tüm bu örgütlü kötülük, şiddet ve sömürü karşısında çaresizce beklemek yerine karşısına birbirimizden güç alan bir örgütlü mücadele ile çıkmak, bize güç veren bizi akıntıya kapılmış sürüklenen bir nesnedense hayatına dair karar alabilen birer özne duruma getirebilecek yegâne şeydir. Bunun hem farkında olmalı hem de sokaktaki kitlelere her an bunu hatırlatmalıyız.
Bu süreçte veya daha öncesinde tutuklanan yoldaşlarımızın mektupları ve tutumları bize bu doğrultuda ilham vermeli. Haklı ve onurlu mücadeleleri sonucunda tutuklanan tüm yoldaşlarımız, tüm bu baskıya rağmen içeriden bizlere motivasyon vermeye çalışıyorlar ve dışarıda olan ama harekete geçemeyen milyonlara göre çok daha coşkulu ve umutlular. Bu onların mücadeleden aldığı ve ardından mücadeleyi ve bizleri daha fazla besledikleri güçlerini gösteriyor. Mücadele edip de bedel ödeyen yerine mücadele etmeden geçirilen bir hayata acımalı ve acınması gerektiğini anlatmalıyız.
Örgütlü mücadelenin gerekliliğine dair bu perspektiften kurulan bir bakış, siyasetten kopan, siyasete inancını kaybeden kitlelerin geri kazanılması için gerekli olmanın yanı sıra, aslında mücadelenin içindeki kadroların mücadele ile bağının korunması ve sürmesi için de çok önemli. Teorik birikim, tarihsel örneklere hakimiyet dahi yıllar süren gericilik dönemleri karşısında kırılabilir, devrimin güncelliğine olan inanç yok olabilir. Bizim devrimin güncelliğinin bilincine ek olarak, doğru olduğuna inandığımız onurlu bir hayat yaşama, birer özne olarak hayatımıza yön verme imkânına da örgütlü mücadele sayesinde kavuştuğumuzun bilincinde olmamız gerekiyor. Mücadelenin başkaları için veya kazanım için sürdürdüğümüz bir yaşam tercihinden öte, doğru olduğuna inandığımız ve kendimiz için seçtiğimiz bir tercih olduğunu hatırlamalı ve ifade etmeliyiz.
Sonuç Yerine
Mücadele tarihi boyunca güçlendiğimiz ve zayıfladığımız dönemler yaşandı ve yaşanmaya devam edecek. Bu dönemler için belirleyici olan değişkenlerden bir tanesi ise, bir alternatif oluşturmayı, kitleleri bir kazanım potansiyeline ikna etmeyi ne kadar başardığımız ile yakından ilişkili. Örgütlü mücadelenin zaferin anahtarı olduğu ise tartışılmaz bir gerçek. Ancak örgütlü mücadele, özellikle de günümüz karanlığı içerisinde bir araçtan çok daha fazlası olarak kavranmalı. Tarihin karanlık ve vahşice aktığı bu dönemde, tarihin akışının karşısında durabilmenin ve yenilsek de bu karanlığın bir parçası olmamanın tek yolu örgütlü mücadelenin ta kendisi aslında. Burada örgütlü mücadelenin getirdiği zorluklara, yoldaşlarımıza ve dostlarımıza ödettiği bedellere bir güzellemede bulunmak değil amacım, aksine tüm bu zorluklar ve bedellere rağmen mücadeleci bir hayatın değerini vurgulamaya çalışıyorum. Tüm bu karanlığa karşın doğru bildiğinden geri adım atmayan yoldaşlarımız ve dostlarımızın onurlu duruşunun değerini vurgulamak gerek. Onlar tüm bunlara karşın, kendi hayatlarını yaşamayı, birer özne olmayı başaran ve bununla gurur duyan insanlar. Benim bu yazıda vurgulamaya çalıştığım temel şey ise, bu gerçeği hem kadrolar olarak hatırlamamız hem de bu gerçeğin propagandasını yapmamızın gerekliliği. Çünkü örgütlü mücadele sadece kazanımın aracı olarak kavrandığı sürece, insanlar bu araca inanmayı bıraktıkça gericilik de karşısında bir direnç bulamamaya başlıyor. Ancak en inandırıcılıktan uzak olduğu gün bile, mücadeleci bir hayatın değerini hatırlamalı ve hatırlatmalıyız.
Kaynakça
[1] https://ozgurlukcugenclik.org/genclik-yine-aldanmadi/