19 Mart darbesi ardından gerçekleşen gözaltı operasyonlarında, direnen kadınların maruz kaldığı cinsel şiddet, yalnızca fiziksel bir saldırı değil; doğrudan ideolojik, sistematik ve cinsiyetlendirilmiş bir baskı biçimidir. Bu şiddetin kendisi kadar kime, ne zaman ve nasıl yöneltildiği de bize devletin politik anatomisini gösterir.
Türkiye’de devlet şiddetiyle cinsel şiddet, birbirine paralel değil, iç içedir. Kadınlar yıllardır hem sokaklarda hem cezaevlerinde hem de gözaltı merkezlerinde bedenlerine yönelen bu saldırılarla susturulmaya çalışıldı. Bu susturma, yalnızca kadın oluşa değil, politik kadın öznesine yönelmiştir. Bu anlamda devlet, kadınları yalnızca bir “tehlike” değil, bir “hakaret nesnesi” olarak kodlar; şiddet aracılığıyla cezalandırırken bir yandan da aşağılar.
Cezaevlerinde çıplak arama “önlem”, Ensar’daki istismar “münferit”, kadın cinayetleri ise “tutku” ”sayılır”. Kadınlar bu düzenin gözünde hak öznesi değil; şiddetin, denetimin ve terbiye edici politikanın nesnesidir. Gözaltında cinsel şiddet aynı zamanda faşizmin de aracıdır. Devrimci kadınlara yönelen her cinsel şiddet eylemi, hem bedenimize hem kimliğimize hem de politik aidiyetimize saldırır.
Bu yüzden çıplak arama, “teknik bir güvenlik uygulaması” değil; aşağılamaya, sindirmeye ve yok etmeye dönük bir politik şiddettir. Ve bu kadınların maruz kaldığı cinsel taciz, sadece teşhir edilmeyi bekleyen bir “istisna” değil, devletin kurumsal belleğinde kökleşmiş bir yönetme pratiğidir.
Sınıflı toplumun inşasından bugüne, egemenler için kadın bedeni, hem savaşın hem de barışın ganimeti olagelmiştir. Kapitalist devlet aygıtı ise erkek egemenliğini yalnızca tolere etmekle kalmadı, onu disipline etmenin, yönetmenin ve yeniden üretmenin aracı hâline getirdi.
19 Mart yeni bir başlangıç değil, devamlılığın ilanıdır. Her darbe her operasyon ve her OHAL kararı, kadınlar için bedenin ve kimliğin kuşatma altına alınması anlamına gelir. Bugün gözaltı araçlarında, karakollarda ve nezarethanelerde yaşanan taciz; 12 Eylül’ün Diyarbakır zindanlarında, 90’ların faili meçhullerinde, Gezi’de sokakta sürüklenen bedenlerde ve son olarak Boğaziçi eylemlerinde çıplak arama işkencesinde karşımıza çıkan, aynı tahakküm ilişkilerinin devamıdır.
Elbette bu tahakkümün merkezinde militarizm vardır. Militarizm yalnızca savaşın değil, gündelik hayatın da kurgulanma biçimidir. Kadın bedeni, militarist ideolojinin en kadim savaş alanıdır. Devlet, kadın bedenini hem iç düşman karşısında bir “ahlak sınavı”na hem de dış düşmana karşı bir “namus” sembolüne dönüştürür. Böylece kadının bedeni, bir taraftan düşmanlaştırılırken, diğer taraftan korunması gereken bir “onur”a indirgenir. İşte bu iki uç, kadına yönelik şiddeti meşrulaştırmanın temelidir.
Gözaltı tacizleri, militarist aklın doğrudan sonucudur. Silahın, üniformanın, copun ve hücrenin birleşiminden güç alan devlet aygıtı, kadının direnişini bastırmak için cinsiyetçiliğe sarılır. Çünkü militarizm, erkek egemenliğinin zor aygıtı olarak kadının başkaldırısını hem sembolik hem de fiziksel olarak kontrol altına alma ihtiyacı duyar. Kadın, burada artık yalnızca politik bir özne değil, militarist disiplinin aşağılaması gereken bir beden haline gelir.

Ve bu tacizin suç ortakları yalnızca copu tutan eller değildir. Bu şiddeti “olağan”, “istisnai”, “kadının başına gelmiş işte” diyerek meşrulaştıran erkek zihniyet de bu suçun failidir. Gözaltı tacizini görmeyen, duyduğunda geçiştiren, kadının sözünü sorgulayan her erkek; devletin elini rahatlatır, zorbalığı sıradanlaştırır. Erkek egemenliğinin sokaktaki sureti ile karakoldaki zorbalık arasında işte böyle doğrudan bir bağ vardır.
Taciz, kadını kamusal alandan dışlama, politik olarak özneleşmesini engelleme, susturarak terbiye etme aracıdır. Ama tarih aynı zamanda kadınların, ezilenlerin mücadeleyle yazdığı bir tarihtir de. Bugün o karanlık araçlardan çıkan kadınlar, teşhirin, utancın ve sessizliğin zincirlerini kırarak konuşuyorlar. Çünkü biliyoruz ki teşhir, sadece ifşa etmek değil; aynı zamanda bu şiddeti doğuran rejimi deşifre etmektir.
Bu şiddetin karşısında, her kadın sesi bir direniş çağrısıdır. Biliyoruz ki bu çağrı, yalnızca bugünün değil, yıllardır sokaklarda, mahkeme salonlarında, cezaevlerinde yankılanan bir mücadele sesidir. Bugün bize düşen, yalnız olmadığımızı bilerek; her tacizin, her aşağılamanın, her susturma girişiminin karşısına örgütlü bir irade koymaktır. Bedenlerimize, kimliklerimize ve sözümüze yönelen saldırıya karşı yan yana gelmek, korkunun yerine dayanışmayı, suskunluğun yerine teşhiri, yalnızlığın yerine kolektif mücadeleyi koymaktır. Erkek egemenliğinin ve militarizmin bize biçmeye çalıştığı “suskun nesne” rolünü reddediyoruz. Biz, bu düzenin bize dayattığı utancı değil, onlara geri dönen teşhirin kudretini taşıyoruz. Sözümüzü yükseltmeye, hafızamızı büyütmeye, birbirimize sahip çıkmaya ve bu şiddet rejimini yıkana dek mücadeleyi büyütmeye kararlıyız. Çünkü biliyoruz: er ya da geç örgütlü mücadele kazanacaktır!