Neoliberal Çürüme Zamanında Gençlik

Üniversite dediğimiz mekanlar, var oluşundan bu yana egemen sınıfın hegemonyası altında ve bu tarafın ideolojisini yeniden üretmek, beslemek adına kullanılan birer aygıt olarak tarih içerisinde yoluna devam ediyor. Kapitalizm ile birlikte bu misyon yanına ticarileştirme, özelleştirme gibi neoliberal politikalarla paralel birtakım olguları da ekleyerek dönüşüme uğramış ve çağa uygun bir “bilim” üretimi gerçekleştirebilecekleri adımlarla yeni bir biçim kazanmıştır. Bugün ise özellikle Covid-19’dan sonra üniversiteler, başta Avrupa olmak üzere Amerika, Avustralya gibi ülkelerde yeniden tartışmaya açılmıştır.  Bugünün dünyasına uygunluğu, bir geleceğinin olup olmadığı halen tartışılan gündemlerdir. Tabii ki yapı taşı olan egemen sınıfın aygıtı olma işlevi kendini korumaktadır. 

Aynı zamanda da üniversitelerin başlangıcından bu yana içerisinde üretilen hegemonyaya karşı çıkan bir hayalet dolaşmıştır: öğrenci gençlik. Birçoğumuzun “dünyayı sarsan yıl” olarak okuyup bildiği 68 hareketinde, Fransa, İtalya, ABD ve Türkiye gibi pek çok ülkede toplumsal dinamiklerle birlikte, hatta genellikle de en önde olan öğrenci gençlik, birçok toplumsal olayın içerisinde önemli bir figür olarak öne çıktı. Toplumsal mücadelede işçi sınıfı, kadın, ekoloji hareketi gibi pek çok anti-kapitalist alan içerisinde gençlik dinamik ve yıkıcı bir alanı tutmuştur. Elbette yalnızca bununla sınırlı kalmayarak kendi öz taleplerini, yaşam alanları olan üniversitelerden dile getirmiştir.

Bu yazıda nostaljik bir tarih anlatısından ziyade bugünün üniversitelerine ve gençliğine yakından bakmak istiyoruz. Geldiğimiz noktada küresel boyutta her şey, her an değişip dönüşürken şüphesiz üniversite ve gençlik de zamanın ruhuna “uygun” olarak değişiyor, içerisinde bulunduğu maddi gerçeklikten etkileniyor.

Üniversiteler Buharlaşıyor Mu?

Tarihsel bir olgu olarak kapitalizm, egemenliğini tüm dünyaya yayarken aynı zamanda yapısal açmazlarını da içerisinde barındırarak hem en güçlü hem de en zorlu dönemini yaşıyor. Güçlü çünkü adını duymadığımız ülkelerin en dip köşesine kadar varlığını sürdürüyor; zorlu çünkü sınırlarına dayanmış yapısal krizler içerisinde. Üstelik bu formun ne zamana kadar süreceği ve nereye gideceği de bulanık ve birçok ihtimale açık bir durumda. Yoksulluk, coğrafi olarak geniş alanlara yayılan savaşlar, salgınlar, göç dalgaları, ekolojik yıkımlar gibi pek çok toplumsal ve siyasal süreçleri aynı anda ve hızlı bir biçimde yaşıyoruz. Küresel sermaye güçlerinin birikim süreçlerinin genişlemesi, yoğunlaşması ve yayılması adına ulus devletler, doğa, patriyarka, toplumsal ilişkiler, kurumlar ve daha birçok şey bu sürece “uyumlu” hale getirilmeye çalışılıyor. Tıpkı neoliberal politikaların şekillenme sürecinde her birinin kapitalist üretim ilişkileri bakımından yeniden ele alınıp işlenmesi gibi şimdi de içerisinde bulunduğumuz bu kaotik zamana uyumlandırılmaya çalışılıyoruz.

Bu çerçevede üniversiteler sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda araştırmaların yapıldığı; bu ihtiyaçları karşılayabilecek en hızlı ve ucuz iş gücüne ihtiyaç duyulacak üretimin yapılabileceği teknolojik gelişmelerin sağlandığı; savaşın, doğa talanının, kârın önünü açacak ve besleyecek projelerin üretildiği birer pilot kaynak olmaktan öteye elbette gidemiyor.

2019 yılında Covid salgınının başlamasıyla birlikte üniversitelere yapılan öğrenci kayıtları önemli ölçüde düştü, salgından bu yana tablo hala değişmiş değil. Pek çok Batı ülkesi bu sorun karşısında Çin, Hindistan gibi Asya ülkelerinden “nitelikli” mühendisler, mimarlar, doktorlar olarak yararlanabileceği yabancı uyruklu öğrencileri ülkelerine çekmeye çalışıyor. Avusturalya’daki Melbourne Üniversitesi’nde öğrencilerin neredeyse %47’si diğer ülkelerden gelen öğrencilerden oluşuyor.  ABD’deki Montana Üniversitesi’nin başkanı bir gazeteye verdiği demecinde üniversiteye kayıtların 2022’de, 2011’e kıyasla yaklaşık olarak 2,5 milyon daha az olduğunu söylüyor.  2023’ün sonlarına doğru Aberdeen Üniversitesi, öğrenci sayılarının düşmesi ve bununla birlikte yaşanan ekonomik çöküş karşısında, Galce dahil tüm modern dil programlarını iptal etmeyi planladığını ve personel işten çıkarmalarına gideceklerini duyurdu.

Bu sorunlar yeni olmamakla birlikte modern üniversiteye özgü sorunlar olarak görülüyor. Yapay zeka çalışmalarında yaşanan gelişmeler, demografik açıdan 18-25 yaş aralığında genç sayısının dünya genelinde giderek azalması, akademide baskının artması ve elbette eğitimin özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi ile birlikte artan maliyetler gibi pek çok etken bu sorunları daha da belirgin hale getiriyor. Özellikle sayısı her geçen gün katlanarak artan işçi sınıfının çocuklarının üniversiteye erişimi birçok sorun ile birlikte giderek zorlaşıyor.

Türkiye’de Neler Oluyor?

Türkiye de elbette bu tablo içerisinde yerini alıyor. Eurostat verilerine göre Avrupa’da nüfusa göre en fazla üniversite öğrencisi bulunan ülke Türkiye. YÖKAK verileri ise geçtiğimiz son 3 yılda 878 bin 909 öğrencinin üniversite öğrenimini bıraktığını söylüyor. Bu sayı son 5 yıl açısından değerlendirildiğinde 2 milyona ulaşıyor. 

Türkiye ekonomik krizi kendi özgül koşullarıyla birlikte yaşıyor. Şimşek projesi olarak sahneye çıkan OVP ile burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki makas hem servet birikimi hem de nicelik bakımından sürekli açılıyor. Yüksek enflasyon, yoksulluk ve açlık sınırının altında kalan ücretler, barınma krizi, sağlıklı ve nitelikli gıdaya erişim, ulaşım gibi pek çok sorun işçi sınıfının sırtına ağırlaşarak yükleniyor. Bu koşullarda başta işçi sınıfının çocukları olmak üzere öğrenci gençliğin eğitime erişebilmesi, erişse bile devam edebilmesi olanaksız hâle geliyor. 

Üniversiteyi bırakma gerekçeleri arasında en başat faktörlerden biri işçileşme olarak karşımıza çıkıyor. En iyi ihtimalle hem okuyup hem çalışmak zorunda olan gençler, artık asgari bir yaşam içerisinde olabilmek için okulu bırakarak güvencesiz ve esnek çalışma koşullarıyla karşı karşıya kalıyor. Kapitalizmin yapısal bir durumu olan işsizliğin yanına bir de üniversite diplomalarına bile ulaşamadan çalışma hayatının içine düşen bir gençlik profili ekleniyor.

İşsizlik, işçilik, geleceksizlik gibi bir sarmal arasında kendine çıkış yolu bulmaya çalışan gençler Daltonlar, Casperlar gibi çetelerin kucağına teslim ediliyor. Tıpkı tarikat yurtlarına bırakıldıkları gibi… Uyuşturucu, yasa dışı bahis, kumar ve daha birçoğu gençlerin hayatına girmiş, sözün doğrusu neoliberal politikalarla birlikte getirilmiş durumda.

Bireycilik, rekabet, çıkarcılık dünyasında psikolojik sağlamlığın oldukça güç olduğu bir süreçte neredeyse kapitalizmle aynı yaşta olan depresyon kavramı ve daha birçok psikolojik hastalık, buna bağlı olarak da antidepresan başta olmak üzere psikolojik ilaç kullanımı gençler arasında hatırı sayılır düzeyde artıyor. Öğrenci intiharları gündemimizden çıkmıyor.

Influencerlar, inceller, cinsiyetçi, kadınları aşağılayan sözlerle dolu ve dinlenme listelerinin en üstünde yer alan “müzikler”, ırkçılığı üreten ve yayan politikalar, her birimizi tekleşmeye sürüklemeye çalışan popüler kültür öğeleri, sokak köpeklerinden LGBTİ+lara, göçmenlere, mültecilere kadar toplum içerisinden dışlamaya karar kıldıkları herkesi ve her şeyi düşmanlaştırmaya yönelik hamleler gençliği ablukaya almış durumda.

Bunların her biri, tek başına yahut tek bir kişiyle ya da tek bir iktidar biçimiyle ele alınamayacak genişlikte incelememiz ve sorunun kaynağını iyi tespit etmemiz yani eşyaya adıyla seslenmemiz gereken politikaların, geniş bir tarihsel sürecin sonucunda yaşadığımız olaylar. Bugünlerde birçoğumuzun gündeminde olan “toplumsal çürüme” kavramı, kendi başına olduğu yerde gerçekleşmez. Kimyada hiçbir çürümenin bir anda ve durduğu yerde gerçekleşmediği gibi. Bizzat neoliberal politikalar tarafından buna uygun hale getirilecek hamlelerle birlikte gerçekleşir. Sermaye düzenini; bu düzenin insanlar, hayvanlar, doğa gibi pek çok alanda yarattığı tahribat ve yok oluşa sürükleme koşullarını gören somut tahliller yapmak zorundayız.

Bugünün gençliğini işte tam da bu tahliller içerisinde doğru bir zemine oturtmamız gerekiyor. Gençlerin geleceksizlik, yoksulluk, işçilik ve işsizlik içerisinde olduğu tespiti bir retorik olmaktan oldukça uzak ve bir o kadar gerçek. Burada bir sihirli değnekten söz edemeyeceğimiz üzere şapkadan da tavşan çıkarmayacağız. Tüm bunların sonucunda payımıza örgütlü mücadeleden başka bir şey düşmüyor. Yaşamlarımıza yönelik açılmış bu örgütlü savaş karşısında gençliğe örgütlü mücadeleden, dayanışmadan, kolektivizmden güç alacağı bir pratik hat gerekiyor.

Bu hat, dört bir yanı saran saldırılara karşı uygun bir paradigmayı zorunlu kılıyor. Günümüz öğrenci gençliğinin özgür demokratik üniversite mücadelesi aynı zamanda öğrenci-işçilik, ekoloji, kadın, kültür-sanat gibi yaşamlarımızın her anıyla iç içe olmalı. Üniversiteye erişimin giderek zorlaşması da gençlerin geleceksizlik ve umutsuzluk içerisinde intihara sürüklenmesi de aynı kaynaktan beslenen ve birbirlerini besleyen sorunlardır. Üniversiteyi bitirdiğinde kendisini kapının ardında bekleyen işsizliği gören bir gencin eğitim hayatını bırakıp çalışmaya başlaması bir tercih olmanın çok ötesinde bir zorunluluktur.

İlk olarak Özgürlükçü Gençlik Dergisi 2025 Bahar Sayısı’nda yayınlanmıştır.

Yazar