Tükenmişliğin Ekonomisi

Kapitalizmin Duygusal Rejimi

Kapitalizm, yalnızca emeği değil, insanın iç dünyasını da üretim sürecine dâhil etti.  Sömürü artık, zihinlerde ve duygularda da gerçekleşiyor. Duygular, hissetme biçimleri, hatta yorgunluklarımız bile sistemin dolaşımına sokulmuş durumda ve böylece insan, bir “hissetme makinesi”ne dönüşüyor.  

“Daha iyi olmalıyım”, “kendimi gerçekleştirmeliyim”, “pozitif kalmalıyım” bütün bu sözler modern itaat biçimlerinin gizli dilidir. Bu yolla kapitalizm, baskıyı dışsal değil, içsel kılarak sürdürür. Birey, özgür olduğunu sandığı ölçüde kendi denetimini içselleştirir. Yorgunluk, artık yalnızca bedensel değil; varoluşsal bir yorgunluktur. Çünkü insan, sürekli yeniden üretmesi gereken “duygusal performanslar” altında ezilmektedir.

Bu çağda tükenmişlik, kişisel bir duygu değil; sistemsel bir üretimdir. Kapitalizmin duygusal rejimi, hangi duyguların kabul edilebilir, hangilerinin dışlanabilir olduğunu belirler. Sevincin ölçüsünü, hüzün biçimlerinin zarafetini, öfkenin ifade sınırlarını düzenler. Böylece birey, kendi yabancılaşmasını “özgün bir melankoli” sanır. Oysa bu melankoli, sistemin bastırdığı duyguların yerini alan yapısal bir boşluktur. Kapitalizm insanın içini boşaltır; tükenmişlik bu boşluğun yankısıdır.

Tüketmek, sistemin başarısıdır. İnsan; daha dayanıklı, üretken, uyumlu olma kılıfları altında, kendi duygusal kapasitesini sürekli denetlemeye çağrılır. Kapitalizmin duygusal rejimi, hangi duyguların “uygun” hangilerinin “fazla” olduğunu belirler. Öfkenin nerede biteceğini, hüznün ne kadarının zarif sayılacağını, sevincin hangi biçimlerde toplumsal olarak kabul göreceğini tanımlar. Bu rejim, duyguların doğal akışını değil, sistemin devamlılığını sağlayacak biçimlerini üretir. Böylece insanlar, hissettiklerinin kendilerine ait olduğunu sanırken, aslında sistemin onlar için seçtiği duyguları yeniden üretirler.

Yorgunluğun Sınıfı

Yorgunluk sınıfsaldır ve sessizdir; çünkü herkes yorgunluğunu “kişisel yetersizlik” olarak yaşar. İşte hegemonya burada tamamlanır: Düzenin krizini kendi başarısızlığı olarak yaşayan insan, artık iktidarın hedefi değil, taşıyıcısı olur. 

Yorgunluk, kaygı melankoli bile bir duygu olmaktan çıkıp düzenin bastırdığı duyguların güvenli bir biçimde yaşanmasına izin veren bir “duygusal alan”a dönüşür. Kapitalizm; derin öfkeyi, kolektif coşkuyu tehdit olarak görür ve melankoliyi, hüznü estetize eder; çünkü bunlar, sistemin dönüşmüş  duygularıdır artık. Bastırılmış öfkenin, söndürülen umutların biçim değiştirmiş halidir. Bu nedenle birey, kendi yabancılaşmasını “benzersiz bir kırılganlık” olarak yaşamaya başlar. Aslında bu kırılganlık, sistemin bastırdığı ortak duyguların yerini alan, insanın politik olarak yalıtıldığı  içsel bir çölleşmedir. 

Kapitalizm insanın içini tam da bu yolla boşaltır; hissetmeyi öğretirken, hislerin kökünü keser. Çünkü bize ne hissedeceğimizi, ne kadar hissedeceğimizi ve hangi biçimde ifade edeceğimizi de o söyler. Böylece duygu, içsel olmaktan çıkar; piyasanın denetlediği bir gösteriye dönüşür. 

Tükenmişlik: Sermayenin Öz Evladı

Kapitalizm yalnızca ruhu sömürmez, onu aynı zamanda kârlı hale getirir. Tükenmişlik, yorgunluk, buhran, her biri sermayenin yeni bir kazanç kalemine dönüşür. Meditasyon uygulamaları, motivasyon konuşmaları, terapi estetiği… Hepsi sistemin ürettiği krizi yeniden satmak için çağın, günün ruhuna uygun görünümlerdir.

Kapitalizm, artık duyguları da üretim araçları haline getirmiştir. Yorgunluk, huzur, öfke, sevinç… her biri, üretim döngüsünü sürdürebilmek için belirli biçimlerde kodlanır. Duygular, üretilen şeyin bir parçası değil; üretimi mümkün kılan maskelerdir. Hizmet sektöründe güleryüz, sosyal medyada samimiyet, terapi estetiğinde huzur… Kapitalizm bu duygusal maskeleri yeniden üretir, sonra da onların sahiciliğini pazarlayarak kâr elde eder. “İçsel denge” doğrudan bir meta değildir belki, ama metaların satışını mümkün kılan duygusal zemindir. Böylece kapitalizm, duyguların kendisini değil, duygulanma biçimlerini metalaştırır. İnsanın ruhsal çöküşünü dahi kâra çevirme derdindedir; “kendini geliştir”, “yorgunluğunu yönet”, “duygularını düzenle.” Her çağrı, insanı yeniden üretime çağırır. Tükenmişlik böylece bir arıza değil, sürekliliğin garantisidir.

Algoritma, Duygularımızın Yeni Küratörü

Bu çağda duygular yalnızca yaşanmaz; görüntülenir, paylaşılır, ölçülür. Tükenmişlik artık bir içerik, bir estetik performans biçimidir. Melankolik şarkılar, ağır dram filmleri, sosyal medyaya üretilen ajitatif içerikler… Her biri duyguların piyasadaki dolaşım biçimidir. Algoritmalar, hangi duygunun daha fazla etkileşim aldığını bilir; üzüntüyü, öfkeyi, umudu biçimlendirir. Dijital platformlar, duyguların üretimini ve tüketimini aynı anda yönetir. Arzular kodlanır ve bu kodlar alternatifsizlik üretir. İnsan artık kendi hissini bile dışarıdan alır, hissedilmesi gereken duyguların küratörlüğü algoritmadadır. Kapitalizm burada en sessiz haline ulaşır. Duyguların üretimi de gönüllü hale gelir; çünkü “paylaşmak” artık bir dayanışma pratiğinden çok bir dolaşım biçimine dönüşmüştür. 

Kapitalizm duygularımızı bizden alır, onları parlatır, estetikleştirir, yeniden dolaşıma sokar ve tüm bunları yaparken politik anlamlarını siler. Acı, kaygı, yalnızlık gibi duygular; sistem tarafından birer kişisel hikayeye, hatta birer “estetik nesneye” dönüştürülür. Böylece, aslında bir sömürü biçimi olan tükenmişlik, “güzel yaşanmış bir kırılma” gibi pazarlanır. Sistem, en acı deneyimleri, insanın kendi yıkımını anlatırken dahi tüketilebilir kılmasını ister. İşte bu yüzden, duygular artık yalnızca hissedilmez; üretilir, ambalajlanır ve satılır. 

Hegemonyanın Yeni Dili

Günümüzde kültürel hegemonya artık fikirlerle değil, duygularla da çalışır. İdeoloji yalnızca ne düşüneceğini değil, ne hissedeceğini de belirler. Böylece duygular, politik eğilimlerin değil, piyasa mantığının bir uzantısına dönüşür. Kapitalizm, bastıramadığı duyguları dönüştürür; dönüştüremediklerini ise parlatarak pazarlar. Yorgunluk, hüzün, yalnızlık gibi duygular, direniş potansiyellerini yitirir ve tüketime açılan yeni duygusal sermayelere dönüşür.

Reklamlar, diziler, hatta şiirler, yazılar hepsi bir ağızdan yorgunluğu, yılgınlığı zarif bir aura gibi sergiler. “Kendine dönüşün muhteşem serüveni”, “yalnızlığın güvenli sığınağı”, “iç huzurunun ışıltılı yolu” diyen bu söylemler, özgürleştirmez yalnızca denetimi daha katmanlı hale getirir. İnsanı belirli duyguların içine kapatır, öfkesini kolektiften koparır. 

Kapitalist realizm düzenin alternatifsizliğini duygusal düzeyde içselleştirirken bu duygu rejimi, bir “denetim toplumu” inşa ediyor. Kendini sev”, “kendin için yaşa”, “pozitif kal” söylemleri kulağa özgürlük gibi gelir ama kolektif yıkımı bireysel hikâyeye çevirir. “Kendini gerçekleştir” direktifi, “gerçekleştiremezsen suç sendedir” tehdidini taşır. Böylece yalnızlık, politik bir sonuç olmaktan çıkar, kişisel bir “eksiklik” haline gelir. Herkesin kendi yıkımını özgün bir anlatıya dönüştürmesini isteyen kapitalizm; kişiselleşmiş yalnızlığın örgütlenemeyen öfkenin en rafine biçimi olduğunu bilir.

Ben’in Sınırlarından Biz’in Ferahlığına

İnsan, hiçbir zaman yalnız bir varlık olmadı. Onu insan yapan şey, kendi bilincinin sınırları değil, o bilincin ötekine açıldığı andır. Temas, hem ontolojik hem politik bir meseledir; çünkü temas eden özne, artık yalnız değildir. Kapitalizm bu teması ya bastırır ya kendi çıkarı için kullanır, çünkü dayanışma yalnızlık ekonomisinin çöküşüdür.

Yalnızlığın politikleşmesi, bastırılmış ortaklığın hatırlanmasıyla başlar. Birey, kendi tükenmişliğinin kişisel değil, yapısal olduğunu fark ettiği anda politik özneleşmeye başlar. Çünkü paylaşılan tükenmişlik, artık kişisel değildir; tarihsel koşullarla süzülüp gelen ortak bir deneyimdir.
Kapitalizm bizi birbirimize yabancılaştırarak üretir; bizse yeniden temas ederek bu üretimi bozarız.

Dayanışma, bu çağın geri çağırması gereken bir eylemdir. Çünkü yalnızlık bir duygu değil, bir yönetim biçimidir. Bu yönetimi bozmak, “ben”in dar sınırını kırmaktan geçer. “Biz” ise sistemin korktuğu politik biçimdir.

Kapitalizm öfkemizi kişisel gelişim diline çevirirken yasımızı bile estetik bir paranteze alır. “Kendini ifade et” diyerek bizi susturur. Oysa mesele, birlikte konuşmaktır. Çünkü birlikte konuşmak, birlikte düşünmektir ve bu, sistemin denetleyemediği tek eylemdir.

Yalnızlığın politikleşmesi, bireysel tükenmişliğin ortak bir dile kavuşmasıyla mümkündür. Kapitalizmin en sessiz şiddeti bizi tek tek sessizleştirmesidir. Bu sessizliği birlikte bozmadıkça, hiçbir terapi gerçek kurtuluş değildir. Kendimize değil, birbirimize dönmemiz gerekir. “İnsan kendini yalnızca insanda tanır.” Sahte, geçici kurtuluşlara kanmadan yorgunluğumuzu paylaşmak, tükenmişliğimizi, yalnızlığı, geleceksizliği örgütlemek, derdimizi kişisel olmaktan çıkarıp mücadele alanı haline getirmek, hem gerçek hem de ortak kurtuluş kapısıdır.

Yazar