21. Yüzyılın Gölgesinde Akademi

Ne Bu Akademi ve Üniversite Ayrımı?

Her ne kadar zaman zaman birbiri yerine kullanılabilse de üniversite ve akademi kelimeleri hem tanım olarak hem de Türkçede kullanım biçimi ile aynı anlamlara gelmiyor. Örneğin “Özgür Üniversite” dersek, içindeki öğrencileri, kulüpleri, hocaları, işçileri; kısacası tüm üniversite bileşenlerinin dahil olduğu, kendi işleyişini demokratik yöntemlerle seçebilen ve uygulayabilen bir üniversiteden söz ediyoruz. “Özgür Akademi” dersek daha spesifik anlamda akademisyenlerin özgürce yapabildikleri araştırmalardan; ön plana çıkarılan bilgilerin tarafsızlığından,  açılmaya değer görülen derslerin özgünlüğünlüğü gibi konulardan bahsediyoruz.

Aslında hem akademinin hem de üniversitenin kökeni Antik-Yunan “akademia”sına dayanıyor. Akademia düşünsel anlamda gelişmiş insan yetiştirmeye odaklanıyordu. Tarihsel süreçte Yunancadan Arapçaya çevrilen eserler İslam medreselerinin şekillenmesinde rol oynadı. Tabii ki bu anlayışta farklılaşmalar yaşandı ve sonuç olarak medreseler mesleki uzmanlar/zümreler yetişen ve bildiğimiz anlamda üniversitelerin temeli olan yapısını kazandı. Akademi ise Orta Çağ Avrupası’nın  Antik Yunan çevirileriyle şekillenen Rönesans Dönemi sonrasında bu akademilerin yeniden kurulmasıyla başlıyor. Burada akademiler mesleki eğitimden ziyade, araştırma yapma ve bilim üretme karakteristiği kazanmaya başlıyor. Sonuç olarak üniversiteler sadece teoloji, tıp ve hukuk alanlarına odaklanmaktan çıkıyor ve akademiyle birleşerek bildiğimiz anlamda “modern” üniversiteler böylece kuruluyor. [1]

Bu tarihsel bağlamdan da çıkarılabileceği üzere akademinin bir birikim yaratma ve bu birikimi aktararak yeni araştırmalarla geliştirmeye yönelik bir inşası varken, üniversite bir yüksek öğrenim kurumu olarak mesleki uzman “yetiştirmeyi” vurgulayan bir yapıya sahip diyebiliriz. Aslında günlük dilde de akademi dediğimizde üniversiteyi üniversite yapan akademik kadroyu düşünüyoruz, üniversite ise sınavı olan, mezun olunan bir geçiş dönemi olarak kullanılıyor.

 Günümüzde Akademinin Krizi

Üniversite ve Akademinin günümüzdeki durumu iki temel sebep etrafında şekilleniyor. İlki neoliberalizm ile birlikte özelleştirmelerin bir sonucu olarak üniversitelerin sermaye için  AR-GE alanlarına dönüşmesi ve akademinin performansa dayalı çalışmaya zorlanması. İkincisi ise yükselen sağın özellikle Türkiye örneğinde üniversiteler üzerinde kurmaya çalıştığı hegemonya. Uzun vadede ise bu ikisinin iç içe geçtiği bir kombinasyon ile karşı karşıyayız.

Bu bağlamda akademinin krizi, neo-liberal politikalarla paralel olarak sosyal bilimsiz teknik bir üretim alanı yaratmaya odaklanılması ile üniversiteyi bir binadan, bir iş merkezinden, bir fabrikadan ayıran akademiyi de kendi içinde eriten bir kriz. Akademinin “eski moda” eğitim teknikleriyle işlevsiz kaldığına dair yaratılan algı, üniversiteleri başarılı olma kıstası altında sermayeyle uyumlu çalışmaya zorladı. Bu durum akademiyi her yönüyle dönüştürdü. Akademisyenler proje ve makale sayılarına göre birer indekse tabi tutulurken artık bir araştırmanın başarı kriteri başta fon alma potansiyeline sonrasında ise  alıntılanma sayısına göre değerlendiriliyor. Bu da akademiyi gün geçtikçe daha ana akım konulara odaklanan, mekanikleşen bir hale sokuyor. Akademisyenlerin kendi araştırmalarından ve derslerinden yabancılaşmasına yol açıyor. Bu piyasalaşmanın ortasında, teknik bölümler parlatılırken özellikle sosyal bilimler alanında küçülmeye gidilmesi, beşerî ve doğa bilimleri alanında araştırmaların fon bulamaması akademisyenlerin nasıl bir güvencesizlik altında çalıştığını bize gösteriyor.

Tabi bunu sağlayan tek koşul finansal sebepler değil. Bu noktada akademinin içinde olduğu krizin ikinci sebebi üniversiteler üzerinde kurulmaya çalışan hegemonya. Üniversite-akademi ayrımında bahsettiğimiz ikilik bu noktada Türkiye koşullarında farklı bir anlam kazanıyor. Üniversitenin özgür düşünceyi geliştiren niteliği ve öğrencilerin değişim yaratmaya yönelik  potansiyelleri iktidarın kontrol altında tutmak istediği birer tehdit. Bunu da sürekli baskılarla engellemeye çalışıyor. 2016 yılında Barış Akademisyenleri’nin üniversitelerden ihraç edilmesi, yerine iktidarın ideolojisine bağlı kişilerin üniversite kadrolarına atanması bunun en büyük adımlarından bir tanesiydi.

Bu anlamda üniversitelerin içinin boşaltıldığını söyleyebiliriz. Sonuç olarak bugün üniversitelerde yapılan araştırmalara baktığımızda, gün geçtikçe daha fazla araştırmanın  kapitalist sitemin kendini yenileyebileceği ya da yaşadığı krizi geciktirebileceği yönünde argümanlar ürettiğini görürüz. AKP’nin kadroları ise her geçen gün daha fazla çaptırılmış makalelerle kendi ideolojilerini meşrulaştırmaya çalışıyor. Sonuç olarak akademide bu anlayışların ağır basmasının sebebi akademinin bu yöndeki eğiliminden çok baskılara karşı yükselen seslerin, sermaye için değil toplum için çalışmalar yürüten akademisyenlerin üniversitelerden uzaklaştırılmasından kaynaklanıyor.

Ancak buna karşılık direniş de halen devam ediyor. Barış Akademisyenlerinin ihraç edilmesiyle başlayan sürece karşılık olarak kurulan alternatif akademiler aranan akademiyi korumaya çalışıyor. Bu Türkiye’deki toplumsal hafızada üniversite ve akademi kelimelerinin birbirlerinden yeni bir şekilde ayrışmaya uğramasına yol açıyor. Üniversiteler sistem içinde kalan, bir kontrol aygıtına dönüşen alanlarken, akademi bilgi üretiminde ve araştırmada siyasi baskılara karşı direnişi temsil eder bir hal alıyor.

AKP’nin İdeolojik Aygıtı Olarak Üniversiteler

Ülkede son 20 yılda yaklaşık 3 katına çıkan üniversite sayısı, (2001 yılında 73 olan üniversite sayısı 2024 yılında 208’e çıkmış durumda.) Türkiye’de üniversiteyi bir mekansallıktan ibaret kılmak konusunda özel bir yere koyuyor. AKP’nin 81 ile en az bir üniversite inşa etme projesi kendi başına küçük bir şehir kadar yer kaplayan ve bu şekilde dışa kapalı işleyebilen dev inşaat projeleri olarak iktidara ciddi bir rant yaratma işlevi görüyor. Camilerden, Teknokentlere, afili ilahiyat fakülteleri yanında sönük kalan eğitim ve doğa bilimleri fakültelerine, bu üniversitelerin tasarlanış biçimi bile ideolojik altyapıya dair çok şey söylüyor.

Bu mekansal hegemonyanın içini dolduran kadrolar da benzer şekilde özellikle kadınları belli bir öze indirgeyen yaklaşıma sahip, tacizci, fetvacı, dinci, evrime dahi inanmayan kişilerden oluşuyor. Üniversitenin sosyal alanı ise iktidarın anlaştığı tarikatlar veya kendilerine yakın STK’lar aracılığıyla şekillendiriliyor. Mesela bu üniversitelerde “başörtüsü kutlaması” adı altında kadınların KYK yurtlarında düzenlenen buluşmalarla tesettüre girdiği etkinliklere şahit olabiliyoruz. (bknz: Taşra Üniversiteleri: AK Parti’nin arka kampüsü, Tuğba Tekerek). Öte yandan üniversitelerdeki festivaller, konserler iptal ediliyor; yılbaşı kutlamalarının yasaklanması gibi olaylar yaşanıyor.

Bu üniversitelerdeki anlayış elit üniversitelerdeki neoliberal, performansa dayalı, özel sektöre uzman yetiştirmeyi amaçlayan anlayıştan farklı. Burada öncelik AKP’nin toplum inşasına ve anti-entelektüelliği arttırarak akademinin içini boşaltma planlarına hizmet etmelerinde. Faşizmin karakteristik olarak bu anti-entelektüelliği yüceltmeye ve bir anti-ideoloji olarak da tutarsızlığını meşrulaştıracak aracı insanlar yetiştirmeye ihtiyacı var. Bu ihtiyacı anlamak için ise neredeyse bu üniversitelerin hepsinde bulunan kamu yönetimi, siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler bölümlerine bakabiliriz. Bu üçünün çeşitli kombinasyonlarından oluşan tam olarak 275 bölüm bulunuyor (kıyaslamak için bir fikir olması adına Türkiye’de 137 tıp fakültesi yani doktor yetiştiren bölüm var, bunun yaklaşık iki katı kadar bürokrat/kamu personeli yetiştiren bölüm bulunuyor). Bu bölümlerin eğitim içeriği ise kamu personelini eğitecek veya donatacak içeriklerden çok bir siyaset felsefesi altyapısından oluşuyor. Ne tarz bir felsefenin işlendiğini ise genel resimden çıkarılabilir…

İlk olarak Özgürlükçü Gençlik Dergisi 2025 Bahar Sayısı’nda yayınlanmıştır.


Kaynakça

Yazar