Türkiye’de yıllardır içinde bulunduğumuz ekonomik krizler döngüsü artık hepimizin malumu haline geldi. Sürekli olarak ekonomik krizlerden bahsedilen, ekonominin asla gündemden düşemediği bir sarmal içerisindeyiz. Ancak bu gündemin dahi doğru düzgün tartışıldığına çok nadiren rastlayabiliyoruz. İktidarın ekonomi politikalarının eleştirisi dahi genellikle ana akım iktisadın sınırları içerisinden yapılıyor ve yoksullaşmanın arkasında yatan devasa sınıf saldırıları göz ardı ediliyor. Böylelikle krizlerin faturası kapitalizme değil, AKP-MHP iktidarının iş bilmezliğine kesiliyor. Uzunca bir süre içinde bulunulan kriz Berat Albayrak’ın şahsına referansla açıklanmaya çalıştı. “Ekonomi Bilimi” faizleri arttır derken faizleri indirirsen böyle olur suçlamalarının ardından, en nihayetinde Albayrak gitti yerine Şimşek geldi ve “Ekonomi Bilimi” tekrardan dümendeki yerini aldı. Faizler yükseldi, kamu tasarrufu önlemlerine hızla başlandı. Şimşek’in krize bulduğu çözüm kendisini Orta Vadeli Program’da cisimleştirdi. Ancak 2025 yılının başında hala ekonomik krizden bahsetmeye devam ediyoruz.
Bu durumda belki de artık kriz kavramını tartışmaya açmamız gerek. Ne de olsa ekonomik kriz tanımı gereği bir istisnaya işaret ediyor. Ekonominin normal akışının dışına çıktığı ve beklenmeyen bir ekonomik darboğazın söz konusu olduğu durumlarda ancak ekonomik kriz dememiz anlamlı. Fakat eğer bir ülkenin tarihi boyunca olağanüstü yoksulluk koşullarından bahsediyorsak, belki de artık bunun bir krizin sonucu değil de olağan durum olduğunu kabul etmemiz gerek. Bu keşif ise bize ekonomiye dair ve ardından da kapitalizme dair çok daha önemli farkındalıkların kapısını aralama imkanını sunar.
Kimin krizi, neyin çözümü?
Yazı boyunca sıkça andığımız Berat Albayrak’ın, çok çarpıcı bir açıklaması olmuştu: “Hepimiz aynı gemideyiz.” Bu sözün çarpıcılığı ise burjuvazinin dayatmak istediği bakış açısını çok açık ve net bir şekilde yansıtmasında yatıyor. Krizler hepimizin krizleri, çözümler ise hepimiz için çözümler. Ancak Şimşek OVP’si, bir kez daha, bu sözün gerçeğin tam olarak karşıtı olduğunu bizlere gösteriyor. Nureddin Nebati’nin bakanlığı süresince gerçekten de düşük tutulan faiz, ülkede ciddi bir dış sermaye eksikliğine sebep olmuştu. Ancak iç harcamaların sürebilmesi ve yatırımların devamı adına buna ihtiyaç vardı. Aksi takdirde borçlanmaya başlayan özellikle küçük burjuvazi iflasın eşiğine gelecekti. Fakat, biraz da seçmenleri memnun edebilmek adına, uygulanan bu düşük faiz politikası ülkeye parasını sokup faiz getirisi almak isteyebilecek yabancı sermayeyi doğal olarak caydırdı. Bu noktada da gerçekten ekonomik krizden bahsedebilir hale geldik. Ancak bu ekonomik kriz tanımlandırmasını gerektiren, emekçilerin içinde yaşamaya mecbur edildiği sefalet ile yakından uzaktan alakalı değildi.
Dolayısıyla krizden çıkmak adına uygulanan planlama ve politika değişiklerinin de bu sefalete çözüm bulmak gibi bir amacı hiç olmadı. Aksine, egemenler için krizin kaynağı sermayenin birikebilmesinin önünde oluşan engellerdi. Yazının kapsamı bu engelleri geniş bir şekilde tartışmak için çok mümkün olmasa da bu engeli kısaca yüksek enflasyon-düşük faiz ortamında döviz girişinde yaşanan duraklama üzerinden açıklayabiliriz. Bu durum Türk lirasının sürekli değer kaybetmesine, üretimleri için yabancı ara mallara bağımlı olan Türkiye burjuvazisinin ise bu ara malları sürekli daha pahalıya almak zorunda almasında yatıyordu. Hedef de doğal olarak bu engellerin kaldırılmasından başka bir şey değildi. Şimşek programını da bu hedefe hizmet eden bir program olarak değerlendirmek gerek. Bu hedefleri ne kadar başardığı farklı bir tartışma konusu olmakla beraber, bu hedefleri başarmak adına bizlerden neler götürdüğü çok açık (Dergimizdeki “Neoliberal Çürüme Zamanında Gençlik” ve “Egemenlik Krizinde Militarizm” yazıları, gençliğin durumu hakkında çok önemli gerçeklikleri vurguluyorlar). Enflasyon gerekçe gösterilerek iyice kısılan maaşlar ve benzer gerekçelerle kesilen kamu harcamaları aslında emekçilerin yaşam krizini derinleştirirken, sermayenin birikim krizine çözüm olmaya çalışıyordu.
Ancak “aynı gemideyiz” gibi söylemler üzerinden bu iki kriz, emekçilerin yaşam krizi ve sermayenin birikim krizi, aynı tanımla ile ifade ediliyor: Ekonomik kriz. Üstelik bu durum aslında çok önemli bir gerçekliğin üstünü örtme işlevi görüyor. Bizlerin yoksulluğu aslında ekonomik kriz ile ilişkili bir durum değil. Aksine bu durum Türkiye ekonomisinin normali. Eğer aynı gemide isek bile bizler olsa olsa geminin en altında kürek çeken köleler olabiliriz ve kaptan köşkünde kölelerin durumu önemsenmez. Bu durumda ekonomiye dair farkına varmamız gereken şey, yoksulluk ve açlığın kalıcı olduğu ekonominin bizler için kalıcı bir kriz halinde olduğudur. Ancak yazının başında da belirttiğim gibi, kalıcı olan şey kriz değil olsa olsa doğal durumdur. Bu durumda ekonominin doğal durumunun bizlere vaat ettiği şeyin yoksulluk ve açlık olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla da bir burjuva partisi krize çözüm önerisi sunduğu zaman, çözümün her zaman için sermaye birikiminin engellerinin kaldırılması anlamına geldiğini de unutmamalıyız.
Ekonomik krizler yahut krizler ekonomisi
Tüm bu tartışmayı neden yaptığım sorusu bu noktada çok kritik. Hedefim tabii ki de bir iktisatçı vaaz vermeye başladığı zaman onu senin derdin benim yaşam krizim değil, sermayenin birikim krizi diye susturma önerisinde bulunmak değil (ki bu bile tek başına çok değerli bir gelişme olurdu). Aksine bu kalıcı yaşam krizi farkındalığının, sorunun teşhisi ve tedavisi adına çok önemli olduğuna inanıyorum. Ekonomik bir kriz içerisinde olduğumuz anlatısı, kendi içerisinde ekonominin doğal durumunun böyle olmaması gerektiği imâsını da taşıyor. Şu anda bir ekonomik krizde olduğumuz için açlık ve yoksulluk yaşadığımız teşhisi beraberinde, tedavi önerilerinin de kapitalizm içerisinde kalmasını sağlamış oluyor. Ne de olsa yoksulluğun sebebi krizde olmamız ise kapitalizmin normal durumunda yoksul olmamalıyız. Ancak ekonomik kriz kavramının biraz olsun detaylı bir değerlendirmesi bize bunun tam aksini ispatlamış oluyor. Yoksulluk kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği durumunda bir istisna, bir sapma değil; tam aksine olabilecek en doğal durum. İstisnai olan ise yoksulluğun azaldığı, yaşam krizinin yumuşadığı dönem ve coğrafyalar. Bir emekçinin bunu fark etmek için, kendisine en son ne zaman krizde olmadığını sorması yeterli aslında. Bu sebeple yoksulluğu ifade etmek için ekonomik kriz tanımlamışını kullanmamıza gerek yok, aksine içinde bulunduğumuz durum bir krizler ekonomisi. Teşhisin kapitalizmin kendisi olduğunu anladığımızda ise, tek tedavinin kapitalizmin aşılması olduğu gerçeği de açığa çıkıyor.
Felaket Kapitalizmi Denince
Ekonomik krize paralel bir tanımlama problemi bana kalırsa son dönemlerde ortaya atılan “Felaket Kapitalizmi” tanımlamasında tespit edilmeli. Naomi Klein bu tanımı, neoliberal dönüşüm ile birlikte kapitalizmin sermaye birikimi yaratmak adına felaketlerden yararlandığı, hatta felaketlere yol açtığı bir dönemi işaret etmekte kullanıyor. Günümüz Türkiyesi için de çok uygun bir tanımlama gibi gözüküyor. Sermaye birikiminin gerekleri adına alınmayan önlemler, neredeyse her gün iş cinayetlerine ve sürekli yaşanan felaketler sarmalına yol açıyor. Üstelik bu felaketlerin büyüklüğünün, bunların daha da fazla sermaye birikimi adına kullanılmasının da hiçbir şekilde önüne geçmediğini iki yıl önceki 6 Şubat depremleri sürecinde açıkça gördük. Ancak bu tanımlama da aynı ekonomik krizler üzerinden yapılan teşhisler gibi, kapitalizmin doğal durumunu yanlış değerlendiriyor. Ne de olsa, eğer bir Felaket Kapitalizmi varsa, aksi olabilecek bir kapitalizmden de bahsetmek gerekir. Bu ihtiyaç ise Avrupa ve Amerika’nın kapitalist üretimin doğal durumları olarak değerlendirilmesinden kaynaklanmakta.
Neoliberalizm bu bölgelerde de etkisini gösterene kadar, yani 1950-1980 aralığındaki 30 yılda, gelişmiş ülkelerde bir refah kapitalizmi döneminden bahsetmek mümkün. Bu dönemler, gerçekten de kapitalizmin olağan şekilde felaketler yaratmadığı, emekçilerin yoksulluğa ve açlığa mahkûm edilmediği dönemler olarak görülebilir. Kapitalist üretimin teorisinin buna referansla üretilmesi ise, yoksulluk, açlık ve felaketlerin sapmalar, istisnalar olarak değerlendirilmesini sonucu doğurmakta. Üstelik bu değerlendirme de teşhis ile tedavinin de hatalı olması riskini doğurur. Eğer biz Felaket Kapitalizmi çağına geldiysek belki de eski, doğal duruma dönebiliriz. Fakat bu refah kapitalizminin asıl istisnai durum olduğunu gözden kaçırmamamız gerek. Dünyanın çok az bir bölümüyle sınırlı olan ve buradaki refahın, dünyanın talanına dayandığını; üstelik bu şekilde bile ancak 30 yıl ile sınırlı kaldığı gerçeğini hatırlamalıyız. Yani aslında Felaket Kapitalizmi diye belirtmemize gerek yok, felaketler zaten kapitalizme içkindir. Belirtilmesi gereken, istisnai olan refah kapitalizmi olacaktır.Ekonomik krizlere referans ile anlatılan yoksulluk da Felaket Kapitalizmi olarak tanımlanan güncel yağma ve talan düzeni de çok benzer bir riski içinde barındırıyor. Kapitalizmin doğal durumunu bir hedef haline getirmeme. Fakat unutmamalıyız ki, kapitalizm doğal durumu kitlelere yoksulluk, yağma ve talanı vaat eder. Tedavi yolu ise kapitalizmi düzeltmekte değil, kapitalizmi alaşağı etmekte yatar.
İlk olarak Özgürlükçü Gençlik Dergisi 2025 Bahar Sayısı’nda yayınlanmıştır.