Kentin Varoluşu ve Rantsal Dönüşüm
Kentler tarım devrimleriyle beraber insanların yerleşik hayata geçmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve kapitalizmin son aşaması emperyalizm ile birlikte günümüzdeki şekillerini almıştır. Kapitalizm, çarklarının dönmesi için doğadan sağlanan kaynaklara, sanayi bölgelerine ve elbette ki o çarkları döndürecek ücretli kölelere ihtiyaç duyar. Kenti yaratanlar o kentin emekçileridir. Kapitalist anlamda gelişmiş kentler için ilk öncelik sanayi kurmak ve göç almaktır. İnsanlar iş bulabilmek için kırdan kente göçerler, çalıştıkları yere yakın yerlere ev yaparlar ve orada yaşarlar. Çarklar dönerken kentler gelişir ve kent merkezleri olarak inşa edilecek yerlerde emekçilerin evlerine yer yoktur. Emekçiler kentten baskı ve şiddet aygıtlarıyla, kentsel dönüşüm adı altında sürülürler. Ali Ağaoğlu’nun Ayazağa’ya çöktüğü gibi sermayedarlar kent merkezlerine çökerler ve önceden orada yaşayan emekçilerin 350 yıl çalışsa bile satın alamayacağı lüks siteler ve binaların inşasına koyulurlar. Sürgün edilen emekçiler ise çarkların dönmesini devam ettirebilmek için saatlerce yol gitmek zorundadır. Ulaşıma ulaşmak için de para vermeye mecbur kalırlar. Bu da kapitalist düzen için yeni bir rant kapısını açar. Rantsal dönüşüme bahane çoktur, en sık kullanılanı da deprem tehlikesidir. 6 Şubat depreminin ilk dakikasından itibaren insanlar kenti terk etmeye zorlanmış, hayatını sürdürebilecek su, yiyecek gibi en temel ihtiyaçlardan dahi yoksun bırakılmış; enkaz altında ölüme terkedilmiş ve daha enkazlar kaldırılmadan araziler kamulaştırılmış, sermayeye peşkeş çekilmiştir.
Doğal Varlıklar
Doğal varlıklar kapitalizm tarafından birer kaynak olarak görülür ve sömürülür. İstanbul gibi metropolleşmiş şehirlerde aşırı nüfus artışı ve sanayileşme ile birlikte doğal kaynaklar tüketildi. Birçok orman devlet ve sermaye eliyle yok edildi. Kentlerin su kaynakları ise fabrikaların, santrallerin atıklarının nehirlere, denizlere dökmesi; siyanür gibi çeşitli toksik maddelerin maden aramada kullanılması ve bunların yeraltı sularına karışması ile sular kirletiliyor. Şebeke suyunun içilebilir olduğu yerlerde, suya kanalizasyon karıştırma gibi yöntemlerle şebeke suyundan zehirlenmeler arttırılıyor ve insanlar bir meta olarak suyu satın almaya mecbur kalıyor. İzmir’in ormanların içerisindeki tek temiz yüzeysel su toplama havzası olan bölgeyi Efemçukuru Altın Madeni’nin sahibi Tüprag Şirketi, siyanürle maden arama ve sondaj çalışmalarıyla yok etti. İzmir’in suyu Manisa’daki Gördes Barajı’ndan geliyor. Kentin doğal varlıkları Tüprag gibi şirketler yüzünden kente yetmiyor ve başka kentlerin varlıklarını sömürmek zorunda kalıyoruz. Evrimleşme sürecimizde sudan karaya çıktığımız andan beri en temel ihtiyacımız olan temiz suya erişimimiz engelleniyor, ticarileştiriliyor.
Binalar yapılıyor, yıkılıyor, yeniden yapılıyor. Bu süreçte binalarda kullanılan oldukça zehirli toksinler açığa çıkıyor ve havaya karışıyor. Deprem ve Sao Paulo Gemisi ile birlikte gündemde geniş bir yer edinen asbest ve kanser konusu, kentlerin şu anki şeklini almaya başlamasından beri, uzunca bir zamandır halkların gündeminde. Santraller, madenler, gemi sökümü, organize sanayi bölgeleri, atıklar, başta mezotelyoma ve akciğer kanseri olmak üzere birçok solunum rahatsızlıklarına yakalanma oranlarını yükseltiyor.
Tüm Türler İçin Kentler
Kapitalizmin gelişimi ve günümüzdeki kentleşme modeli yüzünden birçok türün habitatı yok edildi. Son 4 yıldır oldukça şiddetli yürütülen nefret politikalarının sonucu olarak meclisten geçirilen katliam yasasının içinde nefes almaya çalışan patili yoldaşlarımız, kediler ve köpekler… Kediler ve köpekler insanın evcilleştirmesi sonucu, insanla birlikte evrimleşmiş ve insanların kurduğu kentler dolayısıyla bakımını üstlenmesi gereken/sorumluluğu olan türlerdir. Yerleri ölüm kampları olan, korku şiddet ve tecridin bir araya geldiği barınaklar değildir. Yaşam alanları uygun koşullar sağlandığında mahalleler, sokaklar da olabilir. Kediler ve köpeklerin tutsak edilmeden barınabileceği, mama ve temiz su haklarının karşılandığı, araç geçişinin olmadığı, yeterli yeşil alana sahip mahalleleri kurmalıyız. Doğayla, diğer canlılarla uyumlu kentler inşa etmek zorundayız.
Çocuk Dostu Kentler
Çocuklar nüfus olarak kentlerin hiç de azımsanmayacak bir kısmını kaplamaktadır ama kent planlamasında çocuklara neredeyse hiç yer verilmez. Çocuklar yetişkin bireylere oranla daha farklı, geniş, güvenli mekânlara ihtiyaç duyarlar. Çocuk Hakları Sözleşmesi Madde 31’e göre devletler çocuğun dinlenme, boş zaman değerlendirme, oynama ve yaşına uygun eğlence etkinliklerinde bulunma, kültürel ve sanatsal yaşama serbestçe katılma hakkını tanır. Her devlet ırk, cinsiyet ve maddi durum gözetmeksizin çocuklar için bu alanları yaratmak zorundadır. Kentlerimize dönüp baktığımızda çocuklar için uygun alanların olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Çocuklara ait park alanları betonarme yapılarla, araç geçişinin olduğu sokaklarla çevrili ve oldukça azdır. Çoğu park sitelerin içerisinde bulunur ve emekçi mahallelerde neredeyse yoktur. Çocuklar kentin aktif katılımcılarıdır ve kente erişilebilirlikleri sağlanmalıdır. Bunu da ancak çocuklarla birlikte yapabiliriz. Çocukların büyüyüp kentin yönetimine katılmasını bekleyecek vaktimiz yok, çocuklar şimdi çocuktur ve bütün bunlara şu an ihtiyaçları var. Çocuk meclisleri oluşturmalı ve çocuklarla birlikte çocuk dostu kentler inşa etmeliyiz.
Kentte Toplumsal Cinsiyet ve Kadınlar
Patriyarkal kapitalizmin inşa ettiği kentlerimizde toplumsal cinsiyet eşitsizliği mekânsal olarak da varlığını sürdürür. Bölünmüş kent kavramı cinsiyet temelinde mekânsal bir ayrışmayı ifade eder. Erkekler, kamusal ve ekonomik, kadınlar özel ve toplumsal mekânla özdeşleşmiştir. Bu bölünmüşlük kadınların kentle ilişkisini sınırlar. Ataerkil sistemin toplumsal rolleri ile oluşturulmuş kentler, kadını denetim altına alır.
Kadınlar için kent planlamasında dikkate alınmayan önemli bir nokta da güvenlik. Aydınlatılmamış yollar, kenarları kapalı üst geçitler ve alt geçitler güvensiz bir alan yaratıyor. Sığınma evleri de hayatî bir önem taşıyor. Sığınma evi açmak yerel yönetimlerin sorumluluğundadır. Kadınların şiddete uğradığında ulaşabileceği birimler kurulmalı, yetersiz ve güvensiz sığınma evleri güvenli hâle getirilmeli ve yeterli kapasiteye ulaştırılmalıdır.
Yerel Yönetimler
Kentlerin erişilebilir olması, kentin doğal varlıkları, kent sakinlerinin arasında ayrımcılık gözetmeksizin sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamasının sağlanması yerel yönetimlerin sorumluluğundadır. Yerel yönetimler kazandığımız demokratik bir hak olan seçme ve seçilme hakkı ile yönetime seçilir. 2024 Türkiye Yerel Seçimlerinden sonra Kürdistan’da ve Esenyurt’ta halkların iradesi gasp edildi ve uydurma gerekçelerle kayyım atandı. Kayyımların yaptığı ilk şeyler ise belediyenin kasasını boşaltmak, kadın derneklerini kapatmak, kentin doğal ve kültürel varlıklarını talan etmek. Kadınlar kent nüfusunun yarısını oluşturur ama çoğu belediye başkanı erkektir ve belediye meclisi üyelerinin de yalnızca çok az bir kısmında kadınlar vardır. Kadınlar, çocuklar, emekçiler kenti üretirler ama yönetimde söz sahibi değillerdir. Oysa yapılması gereken/yapmamız gereken yerel yönetimleri, halkın siyasete katılımını ve siyasetin toplumsallaşmasını sağlamaktır. Halk, çocuk, kadın meclisleri kurmalı, işçi komiteleri örgütlemeliyiz.
Sonuç
Yerleşik hayata geçişle başlayan kentlerin varoluşundan bugüne kentleri yaratanlar emekçilerdir. Kentler bizimdir. Kapitalizmin son aşaması emperyalizm ve yarattığı krizler günümüzdeki kent anlayışını oluşturur. Kentleri doğa ile uyumlu, sömürüsüz ve eşitlikçi bir şekilde yeniden inşa etmek için sistemi değiştirmek zaruridir. Sosyalizmin inşa edildiği bir ülkede sermaye öncelenmediği için doğal varlıklar aşırı derecede sömürülmeyecek. Kent yönetimlerinin toplumsallaşması ile birlikte kentler bir baskı aracı olmaktan çıkıp özgür ve eşit bir yaşamın merkezi haline gelecek.
Kentin her bir köşesinde başka mücadele dinamikleri bulabiliriz. Kent hakkı mücadelesi emekçilerden, çocuk haklarından, kadınlardan, öğrencilerden, hayvan özgürlüğünden ve ekoloji mücadelelerinden bağımsız düşünülemez. Her yeri bir mücadele alanına çevirmeli, her mücadele alanını sosyalist bir zeminle buluşturmalıyız. Kapitalizmin kuşattığı kentlerimizde, kapitalizmi yıkacak güç olan sınıfımız, işçi sınıfının öncülüğünde eko-sosyalist birleşik mücadele hattı oluşturmak zorundayız.