Sonsuz Özgürlüğü Seçerek Sonsuz Yalnızlığı Elde Eden Bir Kadının Hikayesi…

Gerçekten de öyle mi? 

Agnes Varda’nın Yersiz Yurtsuz’unda Mona karakteri, diğerlerinin sahip olduğu her şeyden vazgeçmiş durumda. Bir eve ait değil, bir erkeğe ait değil. Parası, gösterişli kıyafetleri yoktur, banyo yapmadan günlerce kalır. Patriyarka ve kapitalizmin dayattığı birçok şeyi elinin tersiyle itip yollara çıkmıştır Mona. Kocaman çantasıyla ve sırtına yüklediği çadırıyla dolaşan Mona, hiçbir yere bağlanmaz; hiçbir yerde gerektiğinden daha uzun süre kalmaz. Bu yolculuk süresince, Mona’nın bir kadının sahip olabileceği ve onu bir yerlere bağlayan her şeyi reddetmesi, romantik bir bağının olmaması, başını sokacak bir eve ihtiyaç duymadan yaşamaktaki cüreti diğerlerine korkutucu gelir. 

Onu evine alan temizlikçi kadın, Mona’nın sevgilisini çalacağından korkar; arabasına alan kadın ona hayatında sınırlı bir alan açar, fazlası onun için bir tehdittir çünkü. Bir zamanlar Mona gibi bir gezgin olduğunu söyleyen felsefe mezunu çiftçi, Mona’nın toprağı ekip biçmemesinden, hiçbir sorumluluğa kendi rahatından ve isteklerinden daha fazla önem vermemesine anlam veremez ve sinirlenir. En son yanına yerleştiği göçmen işçi, diğer erkeklerin Mona’yı istememesi üzerine Mona’dan vazgeçer. Tüm bu insanlar Mona gibi bir kadının tek başına olmasından, hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyaç duymamasından rahatsız olurlar. Filmde bir ara Mona’yı çalıştığı işyerinde patronunun tacizine uğradığını ve tüm bunları geride bıraktığını söylerken duyarız. Biz kadınlar yaşamımızda patriyarkal kapitalizmin belirlediği sınırlara çarparız. Bazen işyerinde patron tacizine uğrar, bazen okulda hocamız tarafından “feminist” olarak nitelendiriliriz. Tıpkı kendi yaşamının belirleyicisi olmak isteyen, hiç kimsenin boyunduruğu altına girmeyen Mona’nın feminist olarak damgalandığı gibi. 

Kendi bağımsızlığımız, bağımsız olma girişimlerimiz bizlere bir tehdit ve korkutma aracı olarak yansıtılır. Bir yere ait olmalı, bir ilişkinin sınırları içerisinde belirlenmeli ya da aile, devlet gibi kurumların bize sunduğu güvenli alanlar içerisinde bulunmalıyızdır. 

Aksi halde Mona gibi “savrulabilir”, özgürlüğümüzü aradığımızı zannederken bir bilinmezlik içinde kaybolabiliriz. Film boyunca Mona’nın dışarıdaki gözlerden gördüğümüz yansıması tam da budur. Mona ile kısa süre de olsa ilişki kurmuş herkesin, en sonunda Mona’ya karşı olumsuz duygular beslediğini görürüz. Onun pis koktuğunu, kötü göründüğünü ya da başına buyruk oluşundan rahatsız olduklarını ifade ederler. En sonda Mona toplumun bir şekilde hedef gösterdiği bir kadın olarak kırmızı boyalarla korkunç bir şekilde işaretlenir. Bu alegorik sahnenin ardından Mona kimsenin ona alan açmayışının, onu kabul etmeyişinin de etkisiyle tek başına donarak ölür. Biz de Mona’yı onu bir süre de olsa tanımış olan insanların gözünden dinlemiş oluruz. Eril bir anlatımın içinde, hayatında kendi kararlarını veren kimseye bağlanmayan ve tüm mülkiyet ilişkilerini reddeden bir kadını izleriz. 

Agnes Varda, Mona’yı var ederken vahşi kadın arketipini de bizlere göstermek istemiştir diyebiliriz. Kendi içerisindeki vahşi kadını keşfetmek, bağımsızlığı ve ait olma-olmama kavramlarını yeniden düşünmek isteyen herkes için, Agnes Varda’nın bir armağanıdır Yersiz Yurtsuz bize.

Yazar