Çelişkilerin İçinde Bir Okul: Akbelen

Beyda Ceylan – Güney Mengen – 02.08.2023

Akbelen Ormanı’nda neredeyse tüm ağaçlar kesilmiş olsa da o kendini bir orman olarak çoktan aştı.
Akbelen artık sermayenin, devletin, muhalefetin yüzünün açık seçik görüldüğü; bunların karşısında halkın direncini, bilgisini, yemeğini, yatağını, öfkesini paylaşıp öğrendiği bir okul artık.

Akbelen Ormanı’nın kıyısındaki nöbetli direniş iki yıldır sürse de bu direnişin temelleri henüz Yeniköy, Kemerköy ve Yatağan termik santrallerinin kurulduğu yıllarda atıldı.

Turgut Özal, “Burada termik santral istemiyoruz” diyen Milas’lı köylülere 39 yıl önce, “Bu memlekete medeniyet gelmesi için elektrik gelmesi lazım, asfalt yol gelse, villalar yapılsa, bir sürü inşaat olsa, insanlar daha fazla iş bulmaz mı? O zaman burası daha da şenlenir, birçok şey gelir, turistler gelir, daha güzel olursunuz.” demişti.

Yollar, villalar ve bir sürü inşaat yapıldı, işsizlik bitmedi ama turizm de gelişti.
Hatta o kadar gelişti ki, yurdun dört bir yanından doğa ve yaşam savunucularının, devrimcilerin, sanatçıların meskeni oldu, direnişlendi, şenlendi.
Medeniyet nedir neye denir bilinmez ama termik santrallerin, madenlerin çevreye verdiği zarar henüz o günlerde “meyvelerimiz kurur, termik santral istemiyoruz” diyen köylülerce biliniyordu. Turgut Özal medeni bir şekilde öldü, köylüler ise bugün çocuklarıyla beraber Akbelen’de.


Yıllara yayılan mücadeleler sonucu 1997 yılında 3 santralin kapatılması için Danıştay tarafından da onanan bir karar çıktı. 2005’te AİHM tarafından da onanıyor bu karar. Buna rağmen santraller kapatılmadı, hatta 8 köyü tamamen yok edip 15 köye de büyük oranda zarar verdikten sonra sıra Akbelen Ormanı’na geldi. 2021 yılında İkizköylü Nejla Işık’ın Orman genel Müdürlüğü’nün kesim için ormana gireceği haberini duyurmasından sonra nöbetli direniş başladı ve kesim o günden beri birçok defa engellendi.
24 Temmuz sabahı Orman Genel Müdürlüğü’ne bağlı kesim ekipleri jandarma eşliğinde yeniden ormana girdi. Yurdun dört bir yanından doğa savunucuları köylülerin çağrısıyla nöbet alanına gelse de karşılarında duran kolluk gücünü aşıp kesimi engelleyemedi.
Akbelen, iktidarın seçimlerde kazandığı hileli zaferle, yurdun dört bir yanındaki direnişleri baskı ve şiddet yoluyla ezip ezemeyeceği sorusunun cevabının da arandığı bir yer oldu.
Sermayenin kâr hırsının yanı sıra iktidarın yıllardır yaratmış olduğu korku iklimini dağıtma potansiyeli de taşıyor. Şirketiyle, kolluğuyla, sarı sendikasıyla bu topyekûn savaşın sebebi de bu.


“Hepsi Halka Karşıdır”

Akbelene saldırının olduğu sabah köylülerden biri “şirket kim lan” diye sordu.
6 şubat depremlerinin ardından insanlar “devlet nerede” diye soruyordu.

Şirket, sermaye artık her yerde; enerjide, sanayide, turizmde, sağlıkta, eğitimde, ormanlarda, Kızılay’da, STK’larda, ve devletin içinde; her yerde…
Devlet ise şirket neredeyse orada; kolluğuyla Akbelende; kepçesi, tomasıyla aylardır su götürmediği Antakya Dikmece’de, güvenlik politikalarıyla Cudi’de. Askerin, polisin, yasaların, sürekli sermayenin çıkarları doğrultusunda halkın karşısında olması şaşırmamalı artık.

İşçi sınıfı hareketinin güçlü olduğu dönemlerin bir kazanımı olan sosyal devlet anlayışı neo-liberal otoriterleşmeyle birlikte adım adım tasfiye edildi. Sermayenin palazlanmasının önündeki engeller birer birer kaldırıldı. Katma değeri yüksek üretimin gerçekleşmediği Türkiye’de sermayenin çarkları, sınırsız bir sömürü alanı olarak görülen doğanın ve emek gücünün sömürgeleştirilmesiyle mümkündü.
Bu nedenle özellikle de enerji ve inşaat şirketleri beslenip büyütüldü.

Termik santral, maden ocağı, taş ocağı, HES, RES gibi her türlü teşviki de kolluğu da arkasına alan bu her bir “medeniyet” yeni bir direnişi de beraberinde getirdi.

Doğaya ve halka karşı savaş açıldı. Yalnızca şirketler ve kolluk değil; ÇED olumlu kararları alınan kanunları, yönetmelikleri, sıfır atık ödüllerinin sayfa sayfa basıldığı dergileri, ön sayfasına “bu ağaçlar bizim” yazıp arka kapağa YK Enerjinin ilanını basan gazeteleri, mütevelli heyetinde patronların olduğu çevreci örgütleri, “şov yapmayın”, “sizin yüzünüzden kaybettik” diyen muhalefeti, şirket adına açıklama yapan valisi, sarı sendikası hepsi halka karşıdır, bizi kurtaracak olan kendi kollarımızdır.

Doğa ve Emeğin İki Kutbu

Akbelen’de ormandaki ağaçların 1.600 lira yevmiye ile köylülere kestirildiğini öğrendikten sonra Tes-İş ve Maden-İş sendikalarının öncülüğünde madende ve santralde çalışan işçilerin Akbelen talanını savunan, patronların sözcülüğüne soyunan açıklamalarını ve eylemlerini gördük. Bu eylemlerin nasıl örgütlendiğini, sendikaların niteliğinden, renginden, devletle ve patronlarla olan ilişkisinden tahmin edebiliyoruz ancak emeğin örgütlenmesi olmaksızın ekolojinin acil taleplerinin nasıl protestoya sıkıştırılabileceğinin, ve birbirine karşıt hale getirilebileceğinin görülmesi açısından önemli örnekler.

Metalar, doğa ve emeğin sömürüsü ile var olurlar, dolayısıyla doğa ve emek birbirinden bağımsız özgürleşemez. Kapitalizmin tarihte görülmemiş bir proleterleşmeyi ve beraberinde müthiş bir yoksullaşmayı ve güvencesizliği getirdiği günümüzde ise bu denklem göründüğü kadar basit değil.
Emek ve ekoloji ciddi anlamda zıt kutuplarda konumlanabiliyor. Hatta bu konumlanma sermaye ve devlet güçlerinin politikalarını tahkim etmesinin bir aracı olup, birbirinin özgürleşmesinin önünde ciddi engeller oluşturabiliyor.

***
Patronlarını zengin edip havasını ayrı, toprağını ayrı, suyunu ayrı zehirlediği, birçok meslek hastalığına, erken ölüme, yavaş ölüme neden olduğu için termik santrallerin, kömür madenlerinin kapatılmasını istiyoruz.
Bugün kömür madenciliği ve termik santralden enerji üretimi birçok çevre ve halk sağlığı, işçi sağlığı ve ekoloji sorununa yol açmasının yanı sıra yenilenebilir dedikleri enerjiye göre daha maliyetli. Karbonsuzlaştırma projeleri kapsamında verilen hükümet destekleri de düşünülünce “yeşil enerji” gibi başka arayışlar sermayenin iştahını kabartıyor.
Bu arayışlar sonucunda kapatılacak maden ocakları, termik santraller işsizlik, güvencesizlik, göç gibi sorunlara; farklı iş arayışları, buna bağlı eğitimler, meslek edindirme çalışmaları gibi birtakım ihtiyaçlara yol açacaktır. ABD’de 1990’lı yılların başında Petrol, Kimya ve Atom İşçileri Sendikası (OCAW)’nın öncülüğünde bu sorunlara dair bir “adil geçiş” önerilir, 1997 yılında Adil Geçiş İttifakı kurulur. Daha sonra Türkiye’den DİSK, KESK, TÜRK-İŞ VE HAK-İŞ’in de üyesi olduğu Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’nun çabalarıyla uluslararası iklim anlaşmalarında buna değinilir. 2015 Paris iklim anlaşmasının da önsözünde “Ulusal düzeyde tanımlanmış kalkınma öncelikleri doğrultusunda, işgücünün adil geçişi ile onurlu ve nitelikli işler oluşturmanın gerektirdiği şartların dikkate alınması” şeklinde yer alır.
Sendikal kökenli olan “adil geçiş” kavramının içi bugün Uluslararası Çalışma Örgütü ve Birleşmiş Milletler (BM) örgütleri tarafından, dışı ise bizzat sermaye gruplarınca fonlanan çevreci STK’lar tarafından dolduruluyor. Bu kapsamda, üretim konusu gizlenerek iklim krizinin ana nedeni fosile yükleniyor ve farklı enerji türlerine geçişin gerekli olduğu vurgulanıyor. Bu geçiş sürecinde ise sermayenin birçok yükümlülüğü kamu destekleriyle emekçilere yükleniyor.*
Bunun, esasında işçi sınıfını içerme, doğayla birlikte sömürgeleştirme ve sermayenin egemenliğini sürdürülebilir hale getirme hamleleri olduğu yüksek bir sesle vurgulanmalı.

Bizim Arayışımız

Türkiye’nin yüzünü tam anlamıyla yenilenebilir enerjiye döndüğünü söylemek mümkün değil. Konu enerji patronları olunca devletimiz karasına ayrı yeşiline ayrı el veriyor.
Akbelen ormanını yağmalayan YK Enerji’ye ödenen devlet teşvikinin 1 milyar TL olduğu ortaya çıktı. Yalnızca bu hafta 51 ilde 55 bin hektarlık 200 bölge daha maden arama ve işletmesine açıldı.

Diğer yanda ise geçtiğimiz günlerde petrol devi Körfez ülkeleri ile yapılan anlaşmaların yaklaşık 30 milyar dolarlık kısmının enerji alanında, bunun önemli bir bölümünün ise deniz üstü rüzgar projeleri, rüzgar türbinleri, güneş panelleri gibi “yenilenebilir enerji” kapsamında olduğu öğrenildi.

Devlet ve sermaye bu konuyu ciddiye alıyor. Bu toprakları bir işçi ve doğa cehennemine dönüştürmekte kararlılar.
Resmi muhalefet farklı bir yerde değil; direnişe gelen temsilcileri hemen oracıkta öylece bir fotoğraf verip sıyrılamayacaklarını anladı.
Mühim olan sosyalistlerin, ekolojistlerin ne yapacağı.

Bunca baskıya rağmen günlerdir müthiş bir direniş sergileniyor ancak bir adım öteye geçip kurucu bir inşa sürecinin de parçası olmalıyız.
Söylemsel düzeyde dahi bugün bunun çok gerisindeyiz. Akademiden iletişime, hukuktan güvenliğe, tarımdan sanayiye, üstelik bilim işçisinden fabrika işçisine kadar her ölçekte ekolojik yıkımı görebiliriz.
Bugün termik santrallerde, madenlerde çalışmak zorunda olan işçiler vicdansızlıkla, onursuzlukla, akılsızlıkla suçlanıyor. Dünyadaki bütün meta yığınlarını, üstelik çoğunu kölece çalışma koşullarında yaratan işçiler vicdansız ya da akılsız değiller; yalnız ve örgütsüzler. İzan!

Akbelende onurlu bir direniş sergileniyor; herkesin bunun bir parçası olmak gibi tarihsel bir sorumluluğu var. Bu onurlu duruşun karşısında konumlananların savunulacak hiçbir tarafı yok, burada vurgulanmak istenen emek ve ekoloji hareketinin sorumlulukları.

Türkiye’de sınıf ve ekoloji hareketinin düzeyi; sendikalaşma oranı (%14,8); sendikaların yeni kapasiteler kazanmış bir devlet aygıtı olarak bizzat işçi sınıfını dizginleme işlevi görmesi; iklim konusunda müthiş manipülasyon mekanizmalarının sürekli olarak devrede olması gibi nedenler gerçek olmakla birlikte farklı bir yol açmalı.

Sermayenin doğayı pervasızca yağmalamasına karşı protestolar eko-sendikal bir program ile desteklenmeli, halkın gerçek adil geçişi üzerine yol alınmalı. Ancak o zaman protestoların kazanımla sonuçlanma ve yığınların bir duygudaşlık içinde hareket etme beklentisi sahici bir anlam kazanır.


*Konuya dair detaylı bilgiler için Aykut Çoban’ın İklim Krizi Nasıl Çözülür” kitabına, “Adil Geçiş: Emek ve Ekoloji Mücadeleleri İçin Mayın Tarlası” makalesine bakılabilir.

Kapak fotoğrafı: Kazım Kızıl.