Felsefeyi Ayakları Üstüne Oturtmak

“Dünya felsefeleştikçe felsefe de dünyevileşir. Onun gerçekleşmesi aynı zamanda onun kaybedilmesidir.” [1]

Karl Marx

Filozof dendiğinde, çoğu zaman elinde sigarasıyla uzaklara bakan, muğlak ve etkileyici aforizmalar sıralayan uyuşuk ve mutsuz bir erkek figür gelir aklımıza. Şüphesiz, tarihi varoluşçu Fransızlara uzanan bu tipleme, bir karikatür olmanın ötesinde, felsefenin de bulunduğu duruma ayna tutuyor. Yani yaşamın uzağında duran, onu hareket ettirmek yerine onu bire bir yansıtmayı amaç edinmiş (hatta çoğu zaman bunun bile imkansızlığını savunan) mağlup bir ruh. Aslında felsefe, tarihteki ortaya çıkışından beri kendini bir mistisizm bulutuna sarma eğilimindedir. Onu üretenlerin, çoğunlukla egemen sınıfla olan derin ilişkileri, iktidar sahiplerini meşrulaştırmak ve şeylerin düzenini olduğu gibi korumak gibi ihtiyaçlar, toplumsal tarihinden doğru bir bakışla gözümüze çarpar. Ancak söz konusu felsefe olduğunda, bir karşı eğilim, yeniyi kurmak istediği ölçüde mevcudu yıkan eleştirel düşünce de söz konusudur. Bu eleştirel felsefenin temel motivasyonu, yaşamı çeşitli unsurlarıyla anlamlandırmanın ötesinde onu ilerletmek olmuştur.  Zira yaşam, olduğu haliyle henüz tam değildir; onu daha derin kavramak, daha özgür bir yaşamın, Sokrates’in deyimiyle “gerçek bir yaşamın ” inşası için şarttır. Badiou’nun yorumuyla Sokrates, toplumu yönetenlerin saf çıkar ile değil, insanca yaşam ve mutluluğu gözeterek yönettikleri bir toplum tahayyül eden bir filozoftur. Sofistlerin aksine felsefesini satılığa çıkarmayı reddeder, iktidar sahipleri ile çatışır, militanca fikirleri yayılmaya başlayıp şehir devleti için gerçek bir tehdit oluşturunca da “gençliği yoldan çıkarmak” suçlamasıyla idam edilir.[2]

Bu yönüyle, felsefe yıkıcı olduğu kadar kurucudur. Etik, nasıl yaşanması gerektiğini dikte eden baskıcı bir ahlak olarak değil; hayatı yaşama biçimlerine işaret eden, zorunlulukların içinden özgürlüğe doğru yaşama pratiği kuran düşüncenin hareketidir. Elbette her etik kurma çabası yaşamı ıskaladığı ölçüde eksik, esnekliğini kaybettiği ölçüde bağnaz olabilir. Fakat özgürlüğe hareket eden felsefe, mevcut ilişkilerin içerisinden yeni bir yaşamın olanağını aramak; bu olanağı yaratmak için çabalamakla meşguldür. “Gerçek yaşam” imkanından vazgeçmektense onunla çelişen bir yaşayışı reddederek ölümü seçen Sokrates bu açıdan güzel bir örnektir. 

Öte yandan, felsefenin artık böyle bir ilgisi ve uğraşı kalmamış gözüküyor. Öyle ki herhangi birinin anlamlı bir yaşam arayışı için çıktığı felsefe okuma macerasının hayal kırıklığıyla sonuçlanması pek ender bir durum değil. Felsefenin, en kaba ifadesiyle “dünyaya dair” düşünmek olan öznesinin, kendi yansımasını seyre dalıp dünyadan git gide uzaklaşmış bir aylağa dönüşmüş olması söz konusu. Varoluşun özden önce mi geldiği sorusu, ötekinin arzusu, fenomen ve numen gibi kavramların her biri felsefenin tarihinde önemli sorunlara ve uğraklara işaret ederler elbette. Ancak en başta soyut ve kompleks kavramlarla karşılaşmak, daha anlamlı ve özgür bir hayat yaşamak için kendine felsefeyi rehber edinmek isteyen kişiyi, muhtemelen hevesle aldığı ilk kitabını hüsranla bir kenara fırlatmaya yöneltecektir. Ya da bir süre sonra kayıtsız bir tavrı benimseyip aşmak istediği çelişkilerin çözümsüzlüğüne ikna olacak, karikatürünü çizdiğimiz aylak filozof karakterine bürünecektir.

Burjuva Felsefesi ve Çelişkilerin Üstünü Örtmek

Felsefe, tarih içerisinde pek çok şeyi problem etmiş, yüzleştiği her çelişkiden yeni zenginliklerle ayrılmıştır. Daha önce gündem etmediği problemleri ele aldıkça onları içermiş; varlığa, bilginin nesnelliğine, perspektife dair sorgulamalarla repertuarını genişletmiştir. Bu repertuara göre düşünce akımları farklılaşmış, kimileri maddeci bir bakışa ağırlık verirken kimileri düşüncenin kendi hareketine odaklanmış, kimileri öznelliğe sıkışıp bilinmezciliğe savrulurken kimileri her bir bakış açısını yanılgı olmaya mahkum edip radikal bir nesnellikten taraf olmuşlardır. Bu farklılaşmalar, hemen her alanda olduğu gibi sınıf mücadelesi tarafından belirlenmiştir. 

Lukacs’’a göre özne, kapitalist toplumda tehlike altındadır; insanın temelde insanca yaşama ihtiyacı, meta biriktirme ihtiyacıyla örgütlenmiş bir toplumla çelişir. Ontolojik bir uzantısı olan emeğe yabancılaştıkça kendisine yabancılaşır, git gide otonomisini yitirir. Bu süreci bilinç düzeyinde fark etmese de derinden deneyimleyen öznenin rahatsızlığı, felsefede karşılığını bulur. Zira felsefenin krizi, sayısız çelişkiyle boğuşan kapitalizmin krizinin bir yansımasından ibarettir. 

Yalnızca felsefe ya da düşüncede değil bizzat tarihsel olarak aşılması gereken bu çelişkilerin çözümü , Marksizmin sağladığı yöntem ile açığa çıkartılmıştır:  Kapitalist toplumun tümden feshi. Giderek maddi bir güç haline gelen bu düşüncenin önüne en azından felsefe alanında ideolojik bir bariyer çekme gerekliliği ise burjuva filozoflara kalmıştır. 

Öznellik savunusu, bu felsefenin gözümüze çarpan önemli niteliklerindendir. Özne ile nesneyi keskin sınırlarla ayıran Kantçı, Yeni-Kantçı felsefe, nesnellikle uzlaşmaz bir bilinemezciliğin kapılarını aralar. Artık düşünce dünyayla değil ancak kendisiyle meşgul olabilir, dünyayla ilişkisi de çözülmez bir eksikliğe mahkumdur.Yaşamı düzenleyecek bir tasarı olacaksa, o ancak parçalı ve steril düşüncenin kendi kendine vardığı tutarlı sonuçlardan çıkabilir. 

Varoluşçuluk ise yine benzer bir rotadan, özneyi tutsak alan kapitalizmi olabildiğince görünmez kılar. Kaygı, yalnızlık ve yabancılaşma aslında varoluşa içkin ve tarihten bağımsız olgulardır. Dünyaya fırlatılmış aciz insan ancak kendine tanınan “varoluş” sınırlarına kendi tasarımını çiziktirmekte özgürdür.  

Görüldüğü üzere, yaşam pratiğine dönük olmak bir yana kendini donuklaştırıp salt düşünceye hapseden ya da özneyi keskin sınırlarla içinde yaşadığı yapıdan yalıtan felsefe (hele Nietzscheciliğin ve varoluşçuluğun faşizmle olan ortak tarihi düşünüldüğünde) hayli ideolojiktir.

Tarihin Hem Öznesi Hem Nesnesi Olmak: Devrimci Bir Felsefe  

Genel itibariyle tarihin karşıt kutbuna can suyu olmuş Hegelci felsefe ise anarşist, sosyalist pek çok devrimci demokrat ideoloğun elinden geçmiştir. Hegelci tarih anlatısı toplumun değişip dönüşen yapısına ışık tutar ve onun bürünebileceği bir sonraki şekle dair önemli ipuçları sunar. Diyalektik; şeylerin ötesinde ilişkileri görür, çelişkileri tutarsızlık olarak görmeyip bir üst düzeye taşır, yabancılaşmayı gözler önüne serer.  

Fakat Hegelci diyalektik, yine Hegel’e çarpıp metafizik çamuruna saplanmışken onu eğilip alan Marx ve Engels’ten başkası değildir. Çoğu zaman Marx’ın yaptıkları, idealist diyalektiği materyalist yapmak olarak anlatılıp geçilir ve çok hakkı verilmez. Marx’ın diyalektiğe katkısı onu “ruhtan değil maddeden bahseder hale getirmek”ten çok daha kritiktir, ona pratik karakterini kazandırmıştır. 

Hegelci diyalektik, bir mantık biçimi olarak kurulmuştur ve soyutlama zemininden kurtulmayı pek beceremez. Düşünce düzeyinde kalır, düşüncenin hareketini anlamak ve çelişkilerini uç uca dizmek tarihi anlamak için yeterlidir. Düşünce, maddenin içine tesir eden ve onu neredeyse ilahi bir kesinlikle açıklayan bir ruh gibidir. Marksizmde ise düşünce, maddeye tâbidir. Bu hem bir belirlenme ilişkisini ifade eder (katı ve tek taraflı olmamak kaydıyla) hem de devrimci eleştirel praksisi. İlkini, yani belirlenim ilişkisini şöyle açabiliriz: Dış dünyayı düşüncelerimizin bir yansımasından teşkil gören öznel idealizmin aksine, bilinç genel olarak maddi dünyadan belirlenir. Elbette dış dünyanın birebir yansıması değildir, olamaz da. İnsan hiçbir zaman dünyayı büsbütün kavrayamaz, dolayısıyla bakış açısı eksik ve taraflıdır. Düşüncede bir üst düzeye, taraflı bakış açısının içermediği, kendisini olumsuzlayan bir başka ifadeyle çarpışarak erişir. Böylece eksikliklerini içerip bu diyalektik aşma sürecine devam eder. 

Fakat Hegel’in aksine, idrakın tek taraflılığı  düşüncedeki her çelişkiyi açıklamak için yeterli değildir; nesnelerin bir yansıması olan bilinç, kimi zaman bizzat nesnelerdeki çelişkiyi de taşır. Bu çelişkileri anlamada ve çözmede felsefe yeterli değildir, zira onlar kafamızın dışında varlardır. Felsefe, nesnelliğe yaklaştıkça kendisini ekonomi, fizik, tarih gibi disiplinlere bırakmak zorundadır; bunlar maddi çelişkileri esas alan somut bilimlerdir. Felsefe yalnızca bir metot sunarak kılavuzluk eder. Marx’ın kavramları, hayatı boyunca felsefi/soyut ifadelerden uzaklaşıp somutlaşmış, sonunda tümden felsefeyle yüklü ekonomik-tarihsel kavramlara dönüşmüştür.  Aynı şekilde tarihi anlamak, ona dahil olmaktan ve onu değiştirmekten bağımsız değildir. Felsefe, tarihi ilerleten “soyut aklın” incelenmesinden değil, bizzat onu değiştiren öznenin yol haritasını çizmekten sorumludur. 

İşte devrimci-eleştirel praksis tam olarak burada devreye girer. Praksis, eylem halinde edindiği nesnel deneyimle kendini kuran, dinamik ilişkilerde kendi rolünü açığa çıkartıp onu dönüştürebilecek potansiyeline ulaşan bir öznenin hareketidir. Bu anlamda felsefe,“hayata dair” olmaktan çıkar. Doğrudan hayatın içindeki ilişkilere dönüşüp hayatı felsefileştirir. Bu ölçüde felsefe de önemini bu sürekli eylemlilik haline devrederek kendini gerçekleştirir. Felsefenin, takipçileri dışında pek gürültü çıkarmayan eleştirisi yerini kendini tarihe dayatan bir devrimci maddi güce bırakır. 

Yine de çelişkiler tümden çözülmediği müddetçe felsefe de var olmaya devam edecektir elbette. Özne, sürekli ötekine bakarak içerecek ve kendini eylemde bir üst düzeye taşıyacak uğraklar görecektir.  


Kaynakça

    • [1] Karl Marx Biyografi, Yordam Kitap s. 41
    • [2] Alain Badiou, Gerçek Yaşam: Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı, s.

Yazar