“Moda, günlük havanın bir parçası ve daima, bütün olaylarla beraber, değişiyor. Yaklaşan bir devrimi bile giysilerde görebilirsiniz. Her şeyi giysilerde görebilir ve hissedebilirsiniz.”
Diana Vreeland
Moda, kavram olarak Latince’de “modus” yani “yöntem” ve “usul” kelimelerinden türetilmiştir ve belirli bir çağdaki stile veya baskın zevke karşılık gelmektedir. Bazı kaynaklarda ise modanın, istatistiksel bir terim olan ‘mod’dan geldiği düşüncesi mevcuttur.
Moda kavramı genelde toplumsal, siyasi ve ekonomik koşullarla bağlantılı olarak açıklansa dahi çoğunlukla sadece giysiler üzerinden konuşulur veya konuşulanlar giysiler üzerinden yorumlanır.
Stil, tarz, trend, şıklık… Kavramlar sürekli artmakta ve hepsine birbirine benzeyen ama çoğu zaman ufak farklarla belirli anlamlar yüklenmekte. Moda ise daha eski, daha köklü, üzerine de çokça yazılıp çizilen bir mesele. Aslında içinde bulunduğumuz dönemde sürekli tükenen ve güncellenen bir kavram.
O halde biz de şu “moda” meselesine biraz daha yakından bakalım.
Tarihsel arka plan
Tarihsel süreçte birçok tanımlama ile anılan moda kavramı, genelde içinde bulunduğu dönemin koşulları ve kültürü ile örtüşmüştür. Modayı giysi çeşitliliği şeklinde ifade edenler genellikle modanın insan yaşamıyla birlikte başladığını öne sürmektedirler. “Farklı” ve “kendine özgü” giyim kuşam biçimleri ise güncel moda tanımına pek uymamaktadır. Neden uymadığını, aslında uyulmasının neden istenmediğine ise birazdan değineceğiz.
Batı Avrupa’da modaya uygun giyinmek Ortaçağ’dan beri süregelmektedir. Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a kadar giyim modasının temel işlevi toplumsal sınıfı belirtmekti. Bu dönemde moda sınırları çoğunlukla iyi eğitim görmüşler, profesyoneller, soylular, kraliyet ailesi ve onların saraylarını içeren etkili elit tabaka ile çizilmiştir. Mesela Ortaçağ’da kadın ne kadar gösterişli, şatafatlı olursa (yani kabarık ve rahatsız) “eşinin sosyoekonomik durumu” hakkında o kadar olumlu mesajlar verirdi topluma.
60’lı yıllarda, gençler tarafından oluşturulan alt kültürlerde ‘anti-moda’ kavramı yaratılmış fakat seksenlerin moda endüstrisi bunları normalleştirerek içermeye, moda kavramına dahil etmeye çalışmıştır.
Postmodern dönemde ise moda artık, herhangi bir şeyin son çıkanını istemek, onu satın almak olmuştur. Kapitalizmin gelişmesi ile sürekli eskime ve yenilenme döngüsü modanın da güncel ve yaygın bir pazar halinde işlemesini kolaylaştırmıştır. Artık moda, planlı bir şekilde “modası geçme” mantığıdır.
Hal böyle olunca, modası geçtikçe yenisini alıyor, alıyor ve veriyoruz. Farkında olarak veya olmayarak tüketme kültürüne sahip bir toplum olup çıkıyoruz. Sürekli değişen moda, güncel kalabilmek için insanların peşinden koştuğu bir tüketim malzemesine dönüşüyor.
Giysiler bize ne söyler?
Peki, her şeyi giysilerde görüp hissedebileceğimizi söyleyen Diana Vreeland neyi kastetmiş olabilir?
Modadan bahsederken sürekli dile getirilen “kendi zaman dilimi, içinde bulunduğu dönem, belirli bir çağ” vurguları boşuna değildir.
Giysilerin kullanıldığı ilk zamanlardan bu yana coğrafya, kültür, ekonomik ilişkiler kimin ne giyeceğini, nasıl giyeceğini belirlemiştir. Mesela at biniciliği ile birlikte eskiden barbar kıyafeti olarak görülen pantolonların kullanıldığı, yaygınlaştığı görülüyor, kısmen Hristiyanlık ile birlikte sadecilik ve örtünmecilik erdem olarak değerlendirilmeye başlanıyor. Fransız Devrimi’nde büyük etkisi olan Rosseau felsefesi özgürlük, örgürleşme ile birlikte kendini daha rahat kıyafetlerle, elbiselerde de gösteriyor. Günümüz Türkiye’sine baktığımızda ise inşa edilmeye çalışılan siyasal islam rejimi ile Osmanlı’ya dönüş fantezileri kendini birçok alanda göstermektedir. Bu gösteriyi, en basit yoldan TV programlarında ve saray dizilerinde ideolojik anlamları ve kodları yüklü bulunan kıyafetlerin kullanılmasından ve bu tüketim nesnelerini maymun iştahıyla tüketen izleyici kitlesinin tüketici performansından gözlemleyebilmek mümkün.
Yani aslında moda, içinde var olduğu toplumun bir aynasıdır demek de pek yanlış bir yargı olmayacaktır.
Bir gösteren olarak moda
En başa dönersek, moda denince insanların aklına ne geliyor sorusunun cevabı ne olur? Şühesiz kadın ve giysileri. Hatta şöyle diyelim; toplumca güzel, alımlı, şık olmak zorunda olan kadın ve giysileri.
Tarih boyunca kadınlara çok çeşitli normlar dayatıldı. İncecik bel için korseler, daha büyük popolar için yastıklar, elbisenin yakasından taşmak zorunda olan memeler, çok kabarık etekler… Kısa bir aradan sonra meme de yok popo da denildi ve sıfır beden güzellik algısı yaygınlaştı. Şimdi ise squat popolar, dolgun dudaklar ve bu kalıplara sığdırılmaya çalışılan kadınlar gündemde. Anlayacağımız planlamaya, tasarlanmaya çalışılan güzellikler…
Evet moda, toplumsal bir varlık olarak herkesin yaşamında bir parça tutmak, bu yaşamın içinde kendini görmek ister. Defileler, kataloglar ve vitrinler de moda ile birlikte toplumun nasıl görünmesi gerektiği hakkında bilgiler sunar bizlere.
Giysilere yüklenen eril ve dişil kodlar kimin ne giymesi gerektiğinin cevabıdır esasen. Ama bu cevap tarihsel süreçte ve coğrafyada biçim olarak çokça değişmiştir. Mesela 18.yy Avrupa’sında peruk takan, pudra süren erkekler varken Osmanlı’da fesli, şalvarlı erkekler vardı. Pantolonlar, takım elbiseler, kravatlar hep erkeklere ayrılmış giysilerdi. Kadınların süreci ise değişimin benzerliğini taşımakla birlikte bir tık daha farklı. Kabarık, rahatsız, hareketlerini kısıtlayan kıyafetlerin yerini daha rahat kıyafetlere bırakması yine saraylı kadınlar öncülüğünde başlatıldı. Sanayi Devrimi bu şatafatlı kıyafetlerden kurtulmanın ilk büyük adımıydı. Sonraki büyük adım ise 2. Emperyalist Dünya Savaşı oldu. Artık ev dışında veya savaş sebebiyle “erkeklerin yerine” çalışmak zorunda olan kadınlar şalvarla, pantolonla tanıştı. Kadınların pantolon giymesi “erkeklerin otoritesinin ele geçirilmesi” endişesi yarattı. E tabii, pantolon erkek giysisiydi(!). Süreç bu şekilde akarken bile elbiseler, etekler, zariflik hep kadınların payına düştü. Şatafat ve sadelik döngüsü hala dönüyor, duruyor.
Bizimlesin!
Televizyonlarda bir dönem çok popüler olan “Bugün ne giysem?” “Bana her şey yakışır” gibi moda konulu yarışmalar, özellikle kadınları tüketiciliğe özendirmekte, şıklık, güzellik, ideal bedene sahip olmak, ideal olmayan bedenlerin kusurlarını gizlemek şeklinde bir çok söylemde bulunmaktaydı.
Kalıplar, ideallik, normlar, kadınları hapsetmekte ve bir meta haline getirerek tüketime sunmaktadır. Medya dilinin ve içeriğinin tekrara düştüğü, birbirine benzediği ve kadınları potansiyel alıcı olarak gördüğü bu programlar hala devam ediyor. Özellikle medya ile birlikte çok yoğun, yaygın bir biçimde kadınlara güzellik kalıpları dayatılıyor. Bu beğenmeme ve beğenilmeme algıları birçok kadında sağlık problemlerine yol açıyor.
Evet, bu ideallere uyan, uymaya çalışan kadınlar vardır, fakat bu idealleri reddeden, onlara karşı mücadele eden kadınlar da vardır. Bu demek değil ki, bir şey alıp giymiyoruz, kendimizi sevmiyoruz, kendimize bakmıyoruz. Aksine kendimizi her halimizle seviyor, rahatsız, sağlıksız güzellikleri tercih etmiyor, mücadelemizin patriyarkal kapitalizm tarafından içerilmeye çalışılmasına izin vermiyoruz. Evet kız kardeşim “bizimle değilsin” diyenlere kulak asma. Sen bizimlesin, biz birlikteyiz.
Bu yazı ilk olarak Feminerva Dergisi‘nde yayınlanmıştır.