Sinema ve Karşı Kültür

Giriş

Sinema, günümüzde büyük oranda kamusal bir olgu olmaktan çıkmıştır. Sinemayı artık büyük oranda kendi ekranlarımızda tüketiyoruz. Sinemanın nicel olarak oldukça ticarileşmesi ile beraber nitel olarak sanatsal anlamının da sorgulanmaya başlandığını ve genel olarak işlenen konular itibariyle egemen kültür anlayışı tarafından kimi zaman sansürlenen kimi zaman kendi çıkarları için kullanılan bir aygıt haline geldiğini söyleyebiliriz. 

Hem dijital hem de ana akım sinema-televizyon sektöründeki medya tekelleri, bir yandan egemen kültürün söylemlerini yeniden üretirken diğer yandan sektördeki sinema-televizyon emekçilerine yönelik duygusal ve fiziksel emek sömürüsünü her geçen gün artırmaktadır. 

Yaratılan bu koşullar, yeni bir sinema için karşı-kültür hamleleri ortaya koyma sorumluluğunu getiriyor. Bu karşı-kültür hamlelerinin biçimi, yöntemi ve içeriğini ancak kolektif olarak düşünüp tartışarak oluşturabiliriz, ben de bu yazıda şimdiye kadar biriken deneyimlerden yola çıkarak bu tartışmalara girdi sunacağım.

Sinema ve Toplum İlişkisinin Tarihselliği

İnsanlık, ortaya çıktığı günden bu yana, mağara çizimlerinden tutun ilkel müzik aletlerine kadar, çevresinde gördüklerini estetik anlamlarla  çağının üretim biçimlerine bağlı olarak üretip sanat dediğimiz kavramı ortaya çıkartmıştır. Sinema da yine kendi çağının üretim biçimi olan kapitalizm ile birlikte ortaya çıkan bir sanat dalıdır. Çoğu sanat dalının aksine kapitalist dönemde ortaya çıkan sinemanın bu özelliği, onun gelişimi boyunca üzerinde adeta bir damga gibi taşıdığı bir özellik olarak karşımıza çıkar. 

Lumiere Kardeşler sinematograf aletini, tıpkı mağara çizimlerini çizen önceki insanlar gibi tarihe “ben buradaydım” imzasını atmak için kullanmaya başladılar. Günlük yaşamlarından görüntülerini, yeni keşfettikleri icatları tarafından kaydetmiş, kaydettikleri görüntülerden dünyadaki çeşitli şehirlerde gösterimler yaparak seyirci toplamışlardı.[1]

Sinema ilk ortaya çıktığı zamanlarda sadece bir merak unsuru olarak görülüyor, gelip geçici bir sanat akımı olarak lanse ediliyordu. Öyleki Lumiere Kardeşler, zamanın diğer muteber yönetmeni George Melies ile konuşurken sinema hakkında “geleceği olmayan bir icat” diye bahsediyor.[2]

İnsanların sinemaya duyduğu ilgi sayesinde  açılan sinema salonları ve artan izleyici kitlesi ise bu tezi kısa bir süre içinde çürütür durumu getirmiştir. Bununla dolaylı olarak da sinemanın tüketilen kitlesel-kamusal bir olgu haline gelmesiyle sermaye için yeni bir fırsat doğmuş ve sinema şirketleri ortaya çıkmıştır. Sinemanın kitlesel bir hale gelmesi aynı zamanda sinema aracılığı ile kitlelere propaganda yapabilme fikrini de ortaya çıkarmış oldu. Bunun ilk örneğini Griffith’in “tarihin ilk propaganda filmi” sayılan Ku Klux Klan isimli beyaz üstünlükçü örgütün meşrulaştırıldığı 1915 yapımlı “Bir Ulusun Doğuşu” filminde görmek mümkün. Griffith, aynı zamanda lineer kurgu*, yüksek bütçeli setler ve yıldız oyuncular gibi teknikler ile Amerikan Sineması’nın bugün hala daha kullanılan özelliklerini belirlemiştir.

Bu anlayışa karşı olarak Ekim Devrimi’nden sonra Lenin’in sinemadaki potansiyeli kavramasıyla yükselen Sovyet Devrim Sineması sinemada yeni bir kapıyı açtı. Lev Kuleşov’un yeni kurgu teorileri Sergei Eisenstein’ın filmlerinde pratiğe döküldü. Griffith’in lineer kurgusuna karşı ortaya çıkan entelektüel kurgu anlayışı “diyalektiğin sinemayı uyarlanışı” vaadiyle günümüzde hala konuşulan filmlerin ortaya çıkmasına önayak olmuştur.

Üniversiteli gençlik için de özellikle 1968 Gençlik Hareketleri sırasında Fransız Yeni Dalga Sineması ve sinematekler büyük önem arz etmiştir. Devrimci gençler sinemateklerde buluşup sinema hakkında tartışıyorlar, zamanın ünlü yönetmenleri ile sohbet edip kolektif bir biçimde harekete geçiyorlardı. Daha günümüze yakın dönemde gençlik için sinema, arkadaşlar ile gidip sosyalleşilen kamusal alanlar biçimini almıştı. Günümüzde ise kamusal alanların işgali, kültürel ve sanatsal alanların ticarileşmesi gibi durumlardan dolayı bir sosyalleşme imkanı olarak sinemanın değeri daha iyi anlaşılıyor.

Artık sinemanın büyük çoğunlukla dijital platformlar üzerinden izlenmesi, sinemanın kamusal bir olgu olma özelliğini yitirmesine sebep oldu. Günden güne azalan salon kullanımı özellikle pandemiden sonra bitme noktasına geldi ve dijital platformlar günlük hayatımıza perçinlendi. Aynı zamanda Türkiye’de sinema bileti fiyatlarının enflasyonla birlikte alıp başını gitmesi, sinema izleyicilerini, hiç film izlememek ya da tekel haline gelen HBO, Netflix, Amazon Prime gibi servis platformlarına her ay üçer haneli fiyatları ödeme ikilemi altında bırakmıştır.

Karşı-Kültür Sineması: Nasıl Bir Sinema İstiyoruz?

Günümüzde geldiğimiz bu nokta bizleri farklı bir sinema anlayışı arayışı içine sokuyor. Her şeyden önce, sinemanın durumu ve yaratmak istediğimiz sinemanın biçimini ve içeriğini tartışabileceğimiz ve hatta üretebileceğimiz kolektif ağlar yaratmamız gerek. Müzik, tiyatro, yazın ve felsefe gibi çeşitli kültür sanat alanlarında yaratılan kolektif ağların nicel olarak sinema alanından fazla olması yukarıda bahsettiğim sinemanın heybesinde taşıdığı kapitalist damga olabilir. Sinemanın hem teknik bilginin ve uzmanlaşmanın asgari düzeyde elzem olduğu hem de pahalı ekipmanlar gerektiren bir alan olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ama özellikle müzik alanında buna benzer engellerin olduğunu ve bu engellerin çeşitli dayanışma ağlarıyla aşıldığını biliyor olmak bizlere umut vermelidir.

Bu bağlamda yaratmak istediğimiz sinema anlayışını basit bir sınıflandırmayla üç farklı şekilde ele alabiliriz: biçim, içerik ve üretim ilişkileri.

Biçim, içeriğin dışında kalan tüm temel değişkenleri kapsar (kurgu,teknik vs.). Burada bizim için asıl önemli olan etken kurgu meselesi. Griffith ve Hollywood sinemasının hegemon linear kurgu anlayışına karşı bakmamız gereken yer Eisenstein’ın entelektüel kurgusudur. Eisenstein’ın kurgusu çelişkilerin ve diyalektiğin sinemadaki tezahürüdür. Yıllardır linear kurgu temelli aynı anlatıya ve akışa sıkıştırılmış sinemanın tekdüzeliğinin karşısına günümüzden yüz yıl önce bile devrimsel nitelikte ses getirmiş entelektüel kurgunun günümüzdeki dijital imkanlar ile yaratıcılık boyutundaki potansiyelini görmemiz gerekiyor. İşin teknik kısmında ise uzmanlaşma ve hiyerarşik tahakküm ilişkilerinden olabildiğince kaçınarak kolektif bir işbölümü içinde herkesin teknik anlamda kendini geliştirebileceği bir ortam oluşturulması yatıyor.

İçerik kısmında ise kurguda da olduğu gibi hayatımızı sarıp sarmalayan sınıfsal, toplumsal ve siyasi çelişkilerin vurgulanması, mevcut hegemon söylemin zayıflaması için kritik bir öneme sahip. Sanat ve dolayısıyla sinema son tahlilde estetik bir olgudur. Sanatsal tüketim sürecinde nasıl ki kendimize estetik olarak hitap eden şeyleri tercih ediyorsak üretirken estetik kaygıları gözetmek, didaktik bir anlatı için çırpınmamak gerekiyor. Sanatsal biçim ve didaktik anlatım birbirlerine karşıt olgular gibi gözükse de ortaya konulacak olan eserin bu karşıtlıkları içererek sentezleyen bir eser olması temel hedefimiz olmalıdır. 

Üretim ilişkileri bağlamında ise ürettiğimiz eser kolektif bir işbölümünün çıktısı olmalıdır. Kapitalist üretim ilişkisinin yarattığı yabancılaşma süreci ancak bu şekilde ortadan kaldırılabilir. Sinema emekçileri, günümüzde oldukça kötü koşullarda, günde 12 saatten fazla duygusal, fiziksel ve hatta cinsel şiddet vakalarının görüldüğü ortamlarda çalışmaktadır. Bu süreçte bırakın üretilen eserde kolektif bileşenlerden biri olmayı kendi emeklerinin karşılığını dahi alamayıp üzerine mental olarak zarar gördükleri bir sürece maruz kalıyorlar. Dolayısıyla üretim sürecindeki tüm tahakküm ilişkilerinin ortadan kaldırıldığı ve herkesin üretilen eserde söz sahibi olma hakkının olduğu bir üretim ilişkisi olmadığı sürece hedeflediğimiz sinema anlayışını ortaya koyamayız.


Kaynakça

Yazar